https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

                                                                                          Ah! senza amare

                                                                             Andare sol mare

                                                                             Col sposo del’mare,

                                                                             Non puo consolare,

                                                                  (Ah sevgi olmayınca, denizde dolaşmakla

                                                            -denizin kocasıyla bile olsa- gönlümü avutamıyorum.

Yazar Hoffmann’ın kaleme aldığı, duyguların yok olduğu bir evliliği tablodaki donmuş yüzler metaforuyla anlattığı eser, Duka ile Karısı kitabıdır. Hoffmann’ın Alman romantik dönem üslubu bu hikâyede zirvededir. Duka ile Karısı, bir aşk hikâyesinden çok bir ruh çözümlemesidir. Dönemin Venedik anlatısı, sisli kanalları, yansıyan ışıkları ve suyun içindeki titreşimleriyle hikâyenin ruhunu yansıtır.

Alman edebiyatı klasiklerinden olan eseri Türkçeye çevirerek bizlere kazandıran kişi Sabahattin Ali’dir. Okurlara ilk kez 1943 yılında Ankara Maarif Vekilliği yayını olarak ulaşan Tuhaf Hikâye ve Duka ile Karısı, romantik Alman edebiyatı akımının önemli temsilcilerindendir. Almancadan dilimize çevrilen bu iki eser, daha sonra Üç Romantik Hikâye başlığı altında tek bir kitapta toplanmıştır.

Sabahattin Ali’nin tanıtım yazısıyla tanıdığımız yazar E.T.A. Hoffmann, 1776 yılında Königsberg’de doğmuş ve orada büyümüştür. Kendi hâline terk edilmiş bir çocukluk dönemi yaşamıştır; bu dönemin etkilerini yaşamının ilerleyen yıllarında da görmek mümkündür. Şeytanın İksiri, Gece Hikâyeleri ve Serapion Kardeşler bilinen eserleri arasındadır.

Duka, soylu bir karakterdir; gururlu ama iç dünyasında zayıf biridir. Aslında Romantik dönemin melankolik erkek tipidir. Aşkı ve kıskançlığı arasında ezilen bir karakter olarak çizilmiştir. Yazarın da rüya ile gerçeklik arasında sıkıntılar yaşayan bir birey olduğu düşünüldüğünde, bu yansımanın karakterlerinde görülmesi biz okuyucuyu şaşırtmamalıdır.

Duka’nın karısı ise çevresini güzelliğiyle etkileyen, güçlü ve sabırlı bir karakterdir. Hoffmann’ın kadın figürünü, erkeğin bilinçaltının bir yansıması olarak düşünebiliriz. Diğer yan karakterler —saray çalışanları ve Venedik soyluları— atmosferi oluşturmak adına yazılmıştır.

Hoffmann, olayları okuyucunun zihninde belirsiz bırakır. Duka’nın gördükleri, belki de kendi iç dünyasının yansımasıdır. Aklın sınırlarını aşan aşk temasını işlerken Duka’nın kıskançlığının esiri oluşunu görürüz. Kadın karakter, Duka’nın zihninde ulaşılmaz bir ideal hâline gelir. Erkek kahraman, onu anlamaya çalışırken kendini kaybeder.

Romantizmin temel temalarının yanı sıra içsel hesaplaşmalar da öyküde dikkat çeker. Duygusallık, hayal gücü ve bireysellik ön plandadır. Hoffmann, karakterlerinin ruhunu yansıtırken okuyucuya rüya ile gerçek arasında bir aynadan baktırır. Bu nedenle eser yalnızca bir aşk hikâyesi değil, insanın kendi karanlığıyla yüzleşmesi üzerine yazılmış bir psikolojik anlatıdır.

İlk bölümde eski Venedik’in atmosfer tasviri ve ressamın eseri üzerinden anlatılan içsel çatışmalar yer alır. Güç dengeleri ve görkemli yaşam betimlenir. Karısının güzelliği Duka üzerinde baskı oluşturur ve kıskançlık doğurur. Bu durum iktidar savaşlarını ve toplumsal baskı unsurlarını biz okurlara lirik bir dille aktarır.

Romantik ve gotik motifler giderek güçlenir: gizem, belirsizlik ve sisli duygular. Kadının erken yaşta evlendirilmesi de hikâyede önemli bir gerçektir. Bu durum, geçmişten günümüze değişmeyen toplumsal bir olguyu hatırlatır: egemen, güçlü, yaşlı erkek ile güzelliğiyle statü kazandırması beklenen genç kadın.

“Annunziata on dokuz yaşında bir kızdır, güneş gibi güzeldir, terbiyeli, alçakgönüllü, aşk işlerinde cahildir; çünkü hemen hemen hiç erkek görmemiştir. Bir çocuk sevgisiyle, iddiasız bir bağlılıkla sana sarılacaktır.”

Okuyucu, tablo üzerindeki “bilinmeyen acının gölgelerini fark eder. Yani eser, görsel ile anlatı arasındaki bağlantıyı kurar. Tabloya bakanların gördüğü anlam değişir; tablo artık yalnızca bir nesne değil, yaşanmışlığın bir yankısı hâline gelir.

Duka ve karısının ilişkisiyle okurun karşılaşması; aşk, yabancılaşma ve imkânsızlık temalarını yoğunlaştırır. Aralarındaki aşk, zamanla sevgi ile nefretin birbirine karıştığı bir trajediye dönüşür. Hoffmann burada, aşkın “büyülü bir delilik” hâline geldiği anı anlatır.

Duygularının esiri olan Duka, rasyonel düşünceden uzaklaşarak kendi karanlığına hapsolmuş bir figür hâline gelir. Oysa Duka’nın karısı, güzelliğiyle çevresini büyüler. Ancak hikâyede sesi sınırlıdır; onu sadece Duka’nın gözünden tanırız. Bu da Romantizm’de sık görülen bir anlatı tekniğidir: kadın, erkeğin bilinçdışının sembolü hâline gelir. Kadının gerçek kişiliği değil, Duka’nın zihninde yarattığı imaj anlatılır.

Kadın figürü aynı zamanda erkek egemenliğine karşı ruhsal bir direnişi temsil eder. Romantizmin büyüsünü taşırken aynı zamanda modern insanın çatışmalarına da ışık tutar.

Eserin geçtiği Venedik, yalnızca bir şehir değildir; Duka’nın ruh hâlinin yansımasıdır. Sis, kanallar, maskeli balolar ve dar sokaklar — hepsi içsel karanlığın simgeleridir.

“Rialto’da her şey ölü gibi hareketsizdi. Fakat bu feci hadise, bize yaklaşmakta olan ve bir müddet sonra zehirli nefesiyle şehir ve köyleri saran korkunç canavarın sadece bir habercisiydi. Şark’tan gelen vebanın evvela Sicilya’yı sardığını, şimdi de Toskana’yı kasıp kavurduğunu herkes biliyordu.”

Hoffmann, Romantizmin “mekân–ruh paralelliği” ilkesini burada başarıyla uygular. Dış dünyadaki bulanıklık, zihindeki bulanıklığı temsil eder. Veba salgını, ölüm ve korku şehirde dolaşırken içsel karanlık da yoğunlaşır.

Bu nedenle eser yalnızca bir aşk hikâyesi değil, Romantik insanın varoluş sancılarının da bir ifadesidir. Ayrıca Romantizm edebiyatı lirik ve gotik süreçte ilerlerken günümüz okurunu zaman zaman zorlayabilir.

Kısacası, yazar okuru bir rüya atmosferine sokarak gerçeği değil, gerçeğin insanda bıraktığı yankıyı anlatır. Venedik’in karanlık dekoru içinde kıskançlık, sevgi, ölüm ve delilik iç içe geçer. Bu yönüyle eser, Romantik edebiyatın en çarpıcı örneklerinden biridir: hem insan ruhunun hem de duygunun uçurumunu gösterir.