https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Bulut Yiğittepe’nin Yükseklik Korkusu Olan Kuş adlı öykü kitabı, bireysel hafıza ile toplumsal belleğin derin çatlaklarından sızan gölgeleri takip eden, çocukluğun kırılgan hassasiyetiyle yetişkinliğin ağır yükünü aynı potada eriten, gündelik yaşamın içindeki küçük anları büyük duygulara dönüştüren bir bütünlük sunuyor. Kitap, ilk bakışta birbirinden bağımsız öykülerden oluşuyor gibi görünse de ilerledikçe ortak temaların, benzer kırılganlıkların, yarım kalmış cümlelerin, suskunlukların ve kader döngülerinin bu öyküleri birbirine bağlayan görünmez bir ağ ördüğünü hissediyorsunuz. Yiğittepe, her bir karakteri kendi yaşamının küçük bir anına sıkıştırırken, o anın içine insanın bütün bir ömrünü sığdırmayı başarıyor.

Kitabın açılış öyküsü olan “Kükreyen Güğüm” aslında tüm kitabın duygusal tonunu belirleyen bir eşik işlevi görüyor. Çocuğun pazar günleri yaşadığı banyo ritüeli, basit bir ev içi sahneden ibaret gibi görünürken zamanla büyümenin acısına, anne–çocuk ilişkisinin dönüşümüne, kaybın kaçınılmazlığına ve insanın en temel korkularına açılan bir kapıya dönüşüyor. Çocuk, sıcak sudan korkuyor gibi görünse de aslında korktuğu şey zamanın geçmesidir; dışarıda oynayan arkadaşlarına yetişememe, dünyanın ondan habersiz akması, kendisinin dünyadan geri kalmasıdır. Sobanın üzerindeki güğümle kurduğu düşmanlık, bir çocuğun bilmediği geleceğe duyduğu korkunun sembolüdür. Ama bu küçük çocuğun yıllar sonra aynı leğende annesini yıkaması, öyküyü birdenbire derin bir trajediye çevirir. Annenin “Sağ ol BABA!” diyerek oğlunun gözlerinin içine son bir kez bakması, zamanın nasıl kendi üzerine çöktüğünü gösteren en güçlü anlardan biridir. Yiğittepe, bu sahnede ne acıya abanır ne de dramatik bir dil kurar; bunun yerine sessizliği kullanır. Sessizlik, kaybın en ağır biçimidir. Bu öykü, kitabın genelinde sıkça rastlanacak olan “döngü” fikrinin ilk işaretidir: çocuklukta duyulan korku, yetişkinlikte gerçek olur; bir zamanlar yıkanan çocuk, yaşlı annesini yıkayan yetişkine dönüşür; zaman hep kendi kuyruğunu ısırır.

“Sonsuz Döngü” ise hem sınıfsal gerçekliğin hem de insanın içindeki iyiliğin anlatıldığı en güçlü metinlerden biridir. Köy yolunda arabası bozulan çiftin, portakal bahçesindeki yaşlı kadın Zeynep teyzeyle karşılaşması, bir “iyilik yarışı”na dönüşür. Yaşlı kadın bir avuç portakalı verir, kadın çiftten biri ona yeni terlik hediye eder, teyze turşu getirir, karşılık olarak hırka verilir, ardından salamura, komposto, makas, patik derken bu karşılıklı verme hâli neredeyse bir ritüele dönüşür. Bu ritüel hem komiktir hem hüzünlü, hem insanın içini ısıtır hem insanın içini yaralar. Çünkü yoksulluğun ortasında bile insanın verme isteği, varlığını kanıtlama biçimidir. Yiğittepe, bu gerçeği hiçbir zaman okuyucunun yüzüne bağırmaz; her şey olağan akışında, sanki hep böyle olması gerekiyormuş gibi gerçekleşir. Yaşlı kadının maaşını defalarca başkalarına çektirmesi, dolandırılması, yine de güvenmeye devam etmesi ise öykünün en kırılgan noktasını oluşturur. “Bu maaşı şimdiye kadar kaç kişi çekmişti?” sorusu, yazarın toplumsal yaraya parmak bastığı ama bunu asla didaktik bir üslupla yapmadığı anlardan biridir. Öykünün sonunda Zeynep teyzenin ölümünü öğrenmeleri, hem okurun hem karakterlerin içini sızlatır; özellikle de “Hem de eceliyle değil” cümlesi, öyküyü bir anda bambaşka bir düzleme taşır. Yiğittepe’nin en büyük becerilerinden biri de tam burada saklıdır: Okurun hayal gücünde tamamlayacağı boşlukları bırakmak, cümleyi yarıda bırakmak, acıyı söylemeden hissettirmek.

“Seyyar Lâmba” ise kitabın tekinsiz damarını temsil eder. Dededen dinlenen bir korku hikâyesiyle başlayan metin, folklorik ögeleri modern bir korku diliyle buluşturur. Tarlanın ortasında sarı gözleriyle beliren keçi figürü, halk anlatılarındaki “kara keçi” motifinin modern bir yeniden kurulumu gibidir. Keçinin arka ayakları üzerinde doğrulup dedeye bakması, ardından yaşanan olağanüstü yolculuk, ve ertesi sabah dedenin ağzından çıkan keçi kılı topağı… Tüm bunlar öyküyü sadece korku türüne değil, bilinçdışının karanlık koridorlarına bağlar. Fakat öykünün asıl dehşeti, dedenin anlattığı masalın çocuğun hayatının içine sızmasıdır. Anneannenin ölümünden sonra aynı şekilde ağzından çıkan kıl topağı, masalın gerçekliğe dönüştüğü o sarsıcı an, okuru uzun süre rahatsız eden bir etki yaratır. Bu öykü, modern Türk edebiyatında giderek azalan folklorik tekinsizliğin çağdaş bir yorumu olarak da değerlendirilebilir. Yiğittepe, korkuyu yaratırken kanlı sahnelere, dehşet verici imgelere başvurmaz; atmosferi, sessizliği, karanlık mekânları ve çocuğun bakışını kullanır. Çocuk bakışı, hikâyenin gerçekliğini daha ürkütücü hâle getirir çünkü çocuk gözüyle anlatılan her korku, yetişkinin zihnindeki mantık duvarlarını aşarak doğrudan bilinçdışına ulaşır.

“Annemin Hayali” ise kitabın en sınıfsal metinlerinden biridir. Bir annenin tek hayalinin güneş gören bir evde oturmak olması, yoksulluğun hayatı nasıl belirlediğini sakin ama etkili bir şekilde ortaya koyar. Çocuğun çöpten topladığı kırık aynalarla güneşi evin içine yönlendirmeyi başarması, sıradan bir çocuğun yaratıcılığı değil, yoksulluğun içinden çıkmaya çalışan insanın umududur aslında. Bu sahne hem metaforik hem de dokunaklı bir gerçeklik taşır. Ancak annenin verdiği tepki, öykünün kaderini belirler: “Yokluk içinde varlığı aramak yanlış” diyerek çocuğa tokat atması, yoksulluğun insanın hayallerini nasıl söndürdüğünü, yokluğun içinde umut etmeye çalışmanın bile bir suçmuş gibi görüldüğünü gösterir. Bu tokat, çocuğun yüzüne değil, yoksulluğa, umuda, çaresizliğe atılmıştır aslında. Yiğittepe, bu noktada okuyucuya ahlaki bir ders vermez; aksine, annenin haklılığını da haksızlığını da aynı anda hissettiren çok katmanlı bir anlatım kurar. Fakirlik hem annenin öfkesinin nedeni hem de onun en büyük utancıdır.

“Yılan Belgeseli” ise kitabın en karanlık ve psikolojik derinliği en yoğun metinlerinden biridir. Tabutun içinde uyanan adamın yaşadığı bilinç bulanıklığı, suçluluk, kimlik yarılması ve çaresizlik duygusu, öyküyü bir psikolojik gerilim filmi atmosferine sokar. Yılan belgeselinin sesi arka planda çalmaya devam ederken, adamın hem kendi korkusuyla hem de geçmişiyle yüzleştiğini görürüz. Sürekli tekrarladığı “Ben yapmadım, bunu yapan ikizim olmalı!” cümlesi, suçtan kaçma çabası olduğu kadar derin bir kimlik bölünmesini de gösterir. Okur, adamın gerçekten suçsuz olup olmadığını hiçbir zaman kesin olarak bilemez; öykü bu belirsizliği korur. Yiğittepe, burada doğru–yanlış, suç–suçsuz ikiliklerinin ötesine geçerek insanın karanlık yanına bir pencere açar. Öyküdeki en çarpıcı yan ise dışarıdaki kişilerin acımasızlığı değil, adamın kendi zihninin bir labirente dönüşmesidir. Tabutun içinde geçen bu dar, karanlık mekân, insan zihninin en karanlık odalarından biri olarak okunabilir.

Kitabın tüm bu öykülerinde ortak bir tema dikkat çeker: zamanın döngüselliği. Çocukken yaşanan bir olay, yetişkinlikte bambaşka bir formda geri döner; masal diye anlatılan bir şey gerçek olur; iyilik, ölümle kesilir ama döngü yine de tamamlanır. Bu tekrarlar kitabın hem yapısal hem tematik omurgasını oluşturur. Yiğittepe’nin karakterleri çoğu zaman bir şeylerin tam ortasında değil, bir şeylerin dönüşüm noktasında dururlar. Ne tam çocukturlar ne tam yetişkin; ne tam kötüdürler ne tam iyi; ne tam korkarlar ne tam cesurdurlar. Bu geçiş hâli, öykülerin gerilimini sürekli ayakta tutar.

Yiğittepe’nin dili, bütün bu temaların taşıyıcısı olarak sade ama etkileyici bir ritme sahiptir. Betimlemeleri yer yer şiirsel yoğunluk taşır ama hiçbir zaman ağdalı değildir. Çocuk bakışının saflığıyla yetişkin bilincinin kırılganlığı aynı anda duyulur. Diyaloglar doğal akar, hiçbir karakter karikatürize edilmez. En küçük yan karakter bile öyküye derinlik katan bir ayrıntıyla var edilir. Mekân tasvirlerinde sinematografik bir dokuluk hissedilir; özellikle köy, kasaba, yol, ev gibi günlük yaşam mekânları, karakterlerin iç dünyasının bir uzantısı hâline gelir.

Kitap, çağdaş Türk öykücülüğü içinde hem tematik hem de üslupsal açıdan önemli bir yerde duruyor. Sait Faik’in insan sevgisi, Tomris Uyar’ın ince duyarlılığı, Bilge Karasu’nun tekinsizliği, Mustafa Kutlu’nun taşra atmosferi ve hatta Márquez’in zaman–gerçeklik kırılmaları birer gölge gibi metnin arka planında gezinse de Yiğittepe hiçbir zaman bu etkilerin taklitçisi hâline gelmiyor; aksine, kendine özgü bir ses kuruyor. Bu ses, Anadolu’nun içli gerçekliğini modern bir duyarlıkla birleştiren, korkunun folklorik köklerinden beslenen, ama aynı anda psikolojik derinlik taşıyan bir ses.

Yükseklik Korkusu Olan Kuş, yalnızca tek tek öykülerden oluşmuş bir kitap değil; bütün olarak düşünüldüğünde insanın karanlık ve aydınlık yanlarını, kayıplarını, çocukluğunu, korkularını, iyilik duygusunu, yoksulluğunu ve bir türlü tamamlanamayan döngülerini anlatan büyük bir hikâyedir. Kitabı bitirdiğinizde siz de kendi çocukluğunuzdaki leğenin sesini, annenizin yüzüne vuran bir ışık huzmesini, yolun kenarında size portakal uzatan yaşlı bir kadının sessiz gülümsemesini, bir dedenin anlattığı masalın gözünüze soktuğu tekinsizliği hatırlarsınız. Yiğittepe’nin öyküleri okurunu yalnızca düşündürmez; okurunun zihnine, kalbine ve hafızasına bir gölge gibi siner. Belki de bu yüzden kitap bittiğinde insanın içinde tuhaf bir duygu kalır: Hem karanlığın hem ışığın aynı anda var olabileceğini gösteren bir duygu. Yüksekten uçmak isteyen ama yere yakın durmanın güvenini de bırakamayan, tedirgin bir kuşun kanat çırpışı gibi…