https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

“Lekeli”, bireysel hafızayla toplumsal belleğin birbirine karıştığı, duygusal ve politik katmanlarıyla dikkat çeken bir ilk roman. Yazar, on sekiz yaşındaki bir gencin iç dünyasından hareketle, aileyi, dönemi ve insanın kendi lekeleriyle yüzleşmesini anlatıyor. Parçalı zaman kurgusu, şiirsel dili ve psikanalitik derinliğiyle roman, geçmişle bugünün kesiştiği bir yüzleşme alanı yaratıyor.
Aşağıda, yazarla “Lekeli” üzerine yapılan söyleşiyi okuyacaksınız.

“Lekeli” romanında bireysel hafıza ile toplumsal belleği iç içe geçiriyorsunuz. Bu anlatı katmanlarını kurgularken kişisel yaşamınızdan ne ölçüde beslendiniz? Otobiyografik ögeler var mı?

Evet, romanın ana beslenmesi dönem, karakterler, mekanlar açısından kendi yaşantımdan. On sekizindeki ben, aile, ev, o zamana gelene kadar yaşadıklarımız, mahallem ana besin kaynağım oldu. Başlarda bu ögeler çok daha fazla ve somuttu. Ancak ilerledikçe vermek istediğim çatışmalar, çözümlemeler, iç sesler, romandaki karakterler üzerinden beni ele geçirmeye başladı. Bir süre sonra ‘Evet ben, aile, toplum bunları yaşadık ama, o bireysel ve toplumsal duygunun, ruh halinin daha iyi aktarılması lazım,’ demeye başladım. Sonuçta otobiyografik öğelerden aldığı gıdaya sadık kalan, kurgunun ağır bastığı bölümlerle donatılmış bir kitap çıktı ortaya. Bu kurgular bazen beni öylesine el geçirdi ki kendimi içimden ‘Keşke o diyaloglar, iç sesler de yaşanmış olsaydı diye derken buldum. Sanırım, öyle olsaydı, olan biteni o yaşlarımda daha iyi anlayabilirdim hayıflanmasıydı. Okur benim gibi hayıflanmasın diye de yapmış olabilirim.

Romanda zaman algısı parçalı, hatta yer yer döngüsel bir yapıya sahip. Bu biçimsel tercihinizin anlatının içeriğiyle kurduğu ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?

Bu parçalı halin aslında LEKELİ ile bütünsel bir çağrışım yakalamasını tercih ettim. Kulağa tezat gibi geliyor ama, bir yandan da tıpkı hayatımızdaki lekelerin süreklilik değil de parça parça karşımıza çıkması gibi. Belki ayrı ayrı görünen lekelerin yakından bakıldığında birbirlerine kurdukları bağ gibi. Bir leke hiçbir zaman sabit bir zaman dilimine ait olamıyor. Yaşadıkça sanki kendini klonlayan bir yapısı var. Ancak klonu başka zamanlarda başka yaklaşımları istiyor. Döngüselliği de bu şekilde ele almaya çalıştım. Lekelerini on sekizine kadar farklı düşünmüş, o hafta sonu yaşadıklarıyla beraber evdeki karakterlere, olaylara yaklaştıkça gerideki lekelere farklı bakmaya başlamış biraz da kahramanı savuran bir döngü. Lekenin ne olduğu, nasıl temizlenebileceği gibi soruların göreceli cevapları olduğunu iddia etmek istedim. Hani bir lekeyi temizlemeye başladığınızda zorlanırsınız ve vaz geçip diğer tarafından silmeye başlarsınız. Aynı lekeleye döngüsel girişler farklı bakışları kışkırtma niyetine sahip. Büyüyene kadar başka yerden, büyümeye başlarken başka yerden, büyüdükten sonra başka yerden. Bunun riski okura tekrar hissi yaşatmak olarak karşıma çıktı. Elimden geldiğince oradan uzaklaştırmaya çalıştım. Umarım başarmışımdır.

Eserdeki ‘Leke’ metaforu, hem fiziksel bir ayrıntı hem de ağır bir simgesel yük taşıyor. Bu metaforu kurgularken arka planda hangi fikirler veya çağrışımlar vardı?

Evet, leke ağır bir simge. Çok masumdan, çok kirliye hatta ayrıştırılmaya, ötekileştirilmeye kadar çağrışımlar yaptırıyor. Öte yandan her bireyde, toplumda samimi ve tarafsız olduğumuzda rahatlıkla bulabileceğimiz bir yapı, davranış. Romanda ana lekeler on sekiz yaşında bir öğrencide, ailesinde ve onların yaşantılarında yoğunlaşıyor. İlerledikçe diğer karakterlerde, mesela trende rastladığı kişilerde, kahramanın arkadaşlarında vb., veya dönemlerde, mesela 12 Eylül öncesi ve sonrası gündelik hayatta, insanlarda, ailelere yansıyanlarda da görüyoruz. Leke sadece kahramanın ve çevresinin değil, herkesin sürüklendiği ortak bir çekim alanı. Herkese ayrı sebeplerle yapışmış, herkesin kendi usulünce temizlemeye çalıştığı bir desen. Ancak sebepleri, temizleme şekillerini düşünmezseniz herkesin buluştuğu bir desen. Lekenin bu gücü beni çok cezbetti ve metafor olarak merkeze konumlandırmaya çalıştım. Elbette ki kahramanın ve ailesindeki lekelerine olan odağı kaydırmamaya dikkat ederek. Bireylerin, toplumların tüm lekelerini hakkıyla vermenin kitaplara sığmayacağını düşünenlerdenim.

Kitabın dili oldukça yoğun, hatta şiirsel sayılabilecek bir anlatım barındırıyor. Bu anlatım tarzı sizin için baştan itibaren bilinçli bir tercih miydi, yoksa yazım sürecinde organik olarak mı gelişti?

Kahramanın içinde, artık dışa vurumu engellenemeyen, bundan sonraki hayatını etkileyecek bir duygusallığın sezdirilmesini ön planda tutmaya çalıştım. Yoksunluklar içinde büyüdüğünü düşünerek o yaşlara gelen bir gençte duygusal yoğunluk kaçınılmaz. Üstelik bunu dışarı vurabilecek fırsatlara sahip değilse. O yaşlara kadar içinde tutabilmesi mümkün olabilir, anlaşılabilirdi ancak sonrası, sonuna kadar şişirilmiş bir balonun iğneye dokunması gibi bir şey. Dilin bu sıkışıklığı hissettirmesini çok önemsedim. Şiirselliğinin buradan ürediğini düşünüyorum. Her yazar gibi ben de kitabım bittikten sonra defalarca okudum. On sekiz yaşında birisi o duygulara sahip olabilir mi? Öyle mi ifade ederdi? O dönemdeki kelimeler, tavırlar? Büyüyen bir gencin nahifliğinden kopmamak, ama duygularını da balonu patlatmadan açığa çıkarabilmek. Her okumamda bu süzgeci çalıştırmıştım. Sadece ana karakterler değil, herkes için bu soruları sordum. Hatta mekanların tasvirlerinde de diyaloglardaki, iç seslerdeki duygusallığı beslemesi için zorlandığım yerler oldu. İstediğim öylesine mekanların öylesine diyaloglara okuru hazırlaması, uyum göstermesiydi. Veya tersi. Ne kadar başarılı olduğumu bilemiyorum ama amacım buydu.

Roman boyunca ebeveyn figürleriyle kurulan çatışmalı ilişki ön planda. Bu dinamik üzerinden Türk toplumunun aile yapısına nasıl bir eleştiri getiriyorsunuz?

Türk toplumunun aile yapısında fedakarlıklar çok önemli bir yer kaplıyor. Evrensel aile değerlerinin yanında göze çarpan bir farklılık. Kitabın geçtiği dönemlerde bu farklılık şimdiye göre çok daha baskın. Ebeveynliğin, aile kurumundaki sürekliliğin toplum genlerinde, kolektif bilinçte çok köklü yer ettiği belki de bunun son dönemlerinin yaşandığı zamanlar. Bırakmak, ayrılmak yerine iradeyi bireysel mutlulukların önüne koyan bir bağ. Bunun değişmesi gereken bir şey mi yoksa örnek alınması gereken bir şey mi olduğuna karar vermek zor ve elbette ki özgün koşullar içinde değerlendirilmesi gerekiyor. Tıpkı mutsuz ailelerin mutsuzluğunun kendine has olması gibi. Ancak günümüzde irade koymanın çok yıpratıcı olduğunu düşünüyorum. Bırakmak ve sonrasına bakmak, geride kalanları sonrasında düşünmek daha baskın gibi. Yine kitabın geçtiği dönemlerde evlilik, kadın-erkek, ana-baba yapıları neredeyse sorgulanmayan, hatta sorgulayanların dışlandığı nesnel tanımlar. O günden bugüne bireylerin bu tanımlara yaklaşımı (bence) nitelikli bir değişim göstermiş olsa da birlikte yaşamaya başlandığında (bence) davranışlarının, beklentilerinin hala o dönemlerden çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Belki ilk zamanlarda evlilik, ebeveynlik, ana-baba rolleri bireylerin düşünceleri doğrultusunda sürdürülebiliyor ancak sonrasında, lekelenen, yorgun düşülen birlikteliklere dönüşüyor. Sanki kolektif bilincin konfor zonuna çekiliyor gibiyiz.

İlk romanınızda bu denli katmanlı, psikanalitik ve politik bir zemin oluşturmak cesaret isteyen bir tercih. Yeni yazın çalışmalarınızda bu çizgiyi sürdürmeyi düşünüyor musunuz, yoksa farklı anlatı dünyalarına mı yönelmeyi planlıyorsunuz?

Kitabın temsilini büyüme üzerine bir tavır olarak kurmaya çalıştım. O üniversite yolculuğumdaki kendimce aydınlanmalarım insanlara olan ilgimi tetiklemişti. Sonrasında iletişimler, davranışlar üzerinde neden, niçin böyle oluyor diye düşünmek elimde olmadan yerleşti diyebilirim. Zaman içinde insan, hobilerimden biri oldu ve ona dair bir şeyler yazmak, sorgulamak, benzeştirmek beni hep heyecanlandırdı. Evet, merkezinde insan olan, tanıdık hayatlara farklı yaklaşımlar sunan ama en önemlisi savını anlaşılır kılan kurgulara emek vermek beni çok mutlu edecek.