
Bin Yüz Bir Giz, üst kurmaca tekniğinin ustalıkla kullanıldığı, Nısılamzay Namor Rib’i yazan adamın, otobüs yolculuğu boyunca yolcuları da dâhil ederek kurgulayıp yazdığı bir roman.
Okuma boyunca Nısılamzay Namor Rib’i yazan adamın bir karakterle yaptığı sohbet ve metin arasında gidip geliyoruz.
Bu ikilinin güldüren diyaloglarını okurken Nısılamzay Namor Rib’i yazan adam tamam da kim bu bin yüzün içinde gizli ele avuca sığmayan, yazarın aklına olmadık işleri sokan karakter, diye soruyor insan. Ama sohbetleri ayrı bir okuma keyfi yaratıyor.
Roman, tiyatro aracılığıyla topluma aydınlanmanın tohumunu ekebileceğine inanan idealist bir kişinin (Zarif Bey) belediye başkanı seçilmesiyle başlıyor. Sanattan uzak yaşamlarında kimilerinin tiyatroyu sadece eğlence kimilerinin ise günaha bulaşmak olarak değerlendirdiği bir küçük şehre götürüyor bizi yazar.
Karakterleri, Anadolu’nun hemen her şehrinde, kasabasında sokakta, çarşıda, manavda karşılaşabileceğimiz, politikayı küçük çıkarlarına alet etmeye alışmış sıradan, tanıdık insanlar. Hiç yabancılık çekmeden geçiveriyoruz romana. Bu bildik insanlarla kurgulanmış romanı okurken iyi bir gözlemci olmanın önemini bir kere daha kavrıyor insan.
Yıllarca dini gelenekleri içselleştirerek yaşamış Anadolu insanının, modernleşme çabaları arasında sıkışmışlığını konu alan metinde, dedikodularıyla birbirlerinin hayatına karışan küçük insanların yaşamlarına tanıklık ediyoruz. Motorlu Hoca’nın, tiyatronun toplumun ahlakını bozacağı söylemine kızarken, Ramazan’la Ömer’in küçük hesaplarına şaşırmıyoruz.
Ve tabii ki Zarif Bey’in çabaları yüreğimize umut ekiyor. Ara sıra öfkelensek de gülümsüyoruz hemen ardından. Ama Naciye’yle Murat’ın aşkı bir sızı olarak kalıyor içimizde.
Bin Yüz Bir Giz, Cicöz ve Şano, üçlemeyse eğer; Bin Yüz Bir Giz’de tiyatroyu, rolünü ezberleyip sahneye çıkmayı yeterli gören insanların arasında ayrıksı kalan ve kendini tiyatroyla tanımlayan Köfteci’den, yaşamları tiyatroyla bütünleşmiş insanların romanı Cicöz’e pencere açmış Aslankara.
Kimlikten kimliğe tiyatronun geçirgen yapısıyla yoğurulan sıradan insanların romanı Cicöz.
Bunlarla tiyatro yapılır mı, diyor anlatıcı. Gorki’nin emekçilerine benzetiyor. Yapılıyor işte.
Öyle ki, gerçek isimlerini unutacak kadar benliklerini tiyatro içinde eritmiş insanların acılarına, aşklarına tanıklık ediyoruz.
Kimisini yeniden var ediyor tiyatro. Mesela Koltukçu İsmail, bir oyuna sahne dekoru olarak yaptığı bar sayesinde tiyatroyla kesişiyor yolu. Zaman içinde provaların yapılıp, hesapların toplandığı, turnelerin organize edildiği, kısacası tiyatronun kalbine dönüşen bar dekoruyla beraber İsmail’in sahne dekorcusuna evrilen yaşamını okuyoruz.
Tiyatronun tüm sancılarını çekmiş Hakkı ve Turgut’un, trajediye dönüşen yaşamlarını, mezara dek süren dostluklarını okuyoruz gözlerimiz dolu dolu.
Kurgusu farklı Cicöz’ün, İlkay’la başlayıp Mazı, Gülle, Misket, Bilye, Cicöz gibi bölümlere ayrılmış. Her bölümde bir günün vakitlerine, Sabah, Şafak, Kuşluk… Ceviz ve Sonay alt başlığıyla final.
Günün vakitleri, insanın doğumundan ölümüne değin akan zamanı anımsatıyor. Peki ya bölümler, yazarın yaşamından izler mi taşıyor? Romandan bu anlamak zor. Belki de Aslankara, sadece kendisinin anlayabileceği anılar ekmiştir metne.
Güneşi, tiyatro üzerinde karşılayan tiyatro üzerinde batan bir kentin hikâyesidir Şano.
Tiyatronun romanıdır bir yanıyla. Zaten kelime anlamı da tiyatro sahnesidir.
Güneşin buluşturduğu tezatlığı şiirsel bir dille anlatarak başlar.
İki sevgilinin, koşmakla sarılmak arasında, ne koşarak ne sarılarak, ama birbirlerinin göz bebeklerinde salkımlanan harelerde buluşmayı yeterli gören boynu büküklükle… Eski kentten dört bin yıl sonra batısında kurulan yeni kente el sallayıp eteklerini çekercesine ışıklarını topluyor.
Birkaç on yıl öncesine götürüyor Şano. Örentepe’ye arkeolojik araştırmalar yapmak üzere gelen arkeolog grubuyla, yerel halkın tanışmasına tanıklık ediyoruz. Yabancısı oldukları kültürle yüz yüze gelişleri gülümsetiyor insanı. Telaffuz edemedikleri profesörün ismi Fincancı Bey kalıyor sonunda.
Birkaç on yıl sonrasında amfi tiyatronun varlığıyla köyden kente dönüşen Örentepe’yi okuyoruz. Yine bir belediye başkanı. Bu defa başkanın amacı halkın aydınlanması mıdır? Roman gerçeğinde bu tartışma götürür bir konu. Ancak amaçları, beklentileri farklı olsa da Çöptepe’den tiyatroya dönüşen Şanotepe’nin kazanımlarını çıkarıyoruz satır aralarından.
Kör Remzi anlatıyor; el kadar çocuktum köye geldiklerinde. Babam kızdı ama sevdi beni Fincancı Amca. Şu çukur var ya, sahne, na işte orayı milimi milimine bilirim. Keçilerimi otlattım buralarda ne hikâyeler, masallar anlattım onlara, ne oyunlar kurdum, ne yalanlar yuvarladım. Tiyatrocuyum diyemem ama bu işin ne olduğunu çok iyi anladım…
Geleceğin, umudun bekleyişidir Kör Remzi’yle Necmi’nin sohbetlerine sıkışan.
Tiyatronun dramıdır Şano. Şanotepe’den eskiye, Çöptepe’ye dönüşün sancısı…
Dayı, yeğen ölmüş iki tiyatrocu eşinin dertleşmelerini dinliyoruz.
Çekilen onca sıkıntıya rağmen tiyatroya adanmış hayatları…
Rahmetli iyi ki görmedi bu günleri. Çöptepe olacakmış yine, açık hava tiyatrosu da yıkılacakmış, diyor yengesi.
Tiyatral bir dille yazılmış, amfitiyatroda, o kentin insanlarının sahnelediği oyunu izler gibi okuyoruz Şano’yu.
Tiyatrosuz nefes alamayan insanların öyküsü bu üçleme.
İçerden bir yazar M.Sadık Aslankara, ömrünün önemli bir kısmını tiyatroyla geçirmiş. Hiç sakınmadan bu sanatın artılarını eksilerini farklı bakış açılarıyla yansıtmış. Sanatın geçmişine, emekçilerine sahip çıkan bir yazar.
Okuru olarak bilirim ki edebiyata, tiyatroya emek vermiş tüm değerlerimizi isim isim buluruz onun romanlarında.
Üçlemenin arka planında, tiyatronun, insanlar dolayısıyla toplumlar üzerindeki dönüştürücü etkilerini okuyoruz. Antik kentlerin, metinlerin içinde yer alınışına bakılırsa, tiyatronun, bu işlevini yüzyıllardır yaptığını ve tiyatronun sadece tiyatro olduğu için bu güce sahip olduğunu vurguluyor yazar. Belki de sadece bu sebepten, okul olarak işliyor. Cumhuriyet’ten günümüze aydınlanma feneri gibi Anadolu’ya yayılışını da unutmuyor.
Yazar, açısından bütün bu düşüncelerim doğru mudur? Bunu bilmiyorum.
Bir okur, yazarın hangi düşünceyle yazdığını anlamak zorunda değildir elbet.
Bu yazdıklarım üçlemeden bana kalanlar.