https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Sosyal bir varlık olarak insanın, daha doyumlu, mutlu, huzurlu yaşaması için, iletişim çok önemlidir. Doğru ve kaliteli iletişim kurmak, insanın daha mutlu bir yaşam sürmesini sağlarken, yetersiz ve kötü iletişim de kişinin hayatını kâbusa dönüştürebilir.  İletişimin dili çok önemlidir. O zaman iletişim için de şöyle diyebiliriz: Karşımızdaki   kişilerin bize ilettiği duygu ve düşünceleri anlamak, aynı şekilde içimizde uyanan duygu ve düşünceleri ona doğru iletmektir. Karşılıklı anlam alışverişi yapmaktır.

Anlam nasıl ortaya çıkar?

İnsanın günlük yaşamı, kendi algı gücünün kapsamında yer alır.

“Dışardaki olay ile algılanan şey farklı olabilir. Algılanan şeye “fenomen” adını veriyoruz. Biz insanlar, yalnız algıladığımız kadarını biliriz; yani ancak fenomen dünyasının farkındayızdır. Algılama niçin önemlidir? Çünkü insanoğlu ancak algıladığı olaylara anlam verebilir, yani fenomenlerin anlamı vardır, olayların değil. Algılama alanında gözden kaçırılmaması gereken, en önemli bulgulardan biri, algılamamızı belirlediği halde, biz insanların zeminin farkında olmayışımızdır; yani algıladığımız şeyin farkındayız ama o algıyı belirleyen etkenin farkında değiliz.” (İletişim Donanımları, 32.).

Örneğin, bazen en yakınımızda olan çocuğumuza, kızgınlık duyduğumuzun farkında oluruz ama bu kızgınlığın kaynağını açık seçik göremeyebiliriz. Çocuğumuzun davranışlarını, beklentilerimiz zemininde algılamakta ve ona kızmaktayızdır.

Nasıl zemin, algılamaya bir anlam veriyorsa, algı da davranışlara bir anlam verir. Suratımızı asmamızın nedeni kızmamız, gülümsememizin nedeni mutlu olmamızdır. İnsanın en önemli coşku ve motivasyon kaynağı, yaşamındaki anlamdır. İnsanoğlu anlamlı bir yaşam için doğmuştur.

Anlam, statik değil dinamik bir süreçtir. Dünyayı anlamamız duyularımız, zihinsel çerçevelerimiz, dilimiz, toplumsal bağlamımız ve yorum süreçlerimizle şekillenir. Yani anlam, yalnızca bir şeyin kendisinde değil, bizim onunla nasıl ilişkilendiğimizde ortaya çıkar.

Bir şeyi nasıl anlarız? Gözlem ve duyular yoluyla dünyayı algılarız. Ancak algılarımız doğrudan ve tarafsız değildir; zihnimiz bunları yorumlar. Beynimiz yeni bilgileri, mevcut kavramlarla ilişkilendirerek anlar. Örneğin, bir “masa” gördüğümüzde, onu geçmiş deneyimlerimize dayanarak tanırız. Anlam bireysel değil, toplumsal bir olgudur. Dil, metaforlar, semboller ve kültürel normlar, anlamın oluşumunda büyük rol oynar. İnsan olaylara, kişilere nasıl anlam yüklerse, hayatı o şekilde oluşur. Her insanın hayata bakışı, değerleri, beklentileri, hayalleri, önemsedikleri farklıdır. İnsan neye bakarsa onu görür, burada o kişinin algısında olan neyse, o dikkatini çeker. Algıda seçicilik diye bir kavram vardır. Örneğin, aynı kitabı okuyan farklı kişiler o kitaptan, kendileri için önemli olan, yani algısında olan şeyleri daha çok anlar. Çünkü dikkatleri oradadır. Ve insanların hazır bulunuşluk düzeyleri, algılamaları farklıdır. Aynı şekle bakan iki kişinin farklı algılamalarda bulunması, bize algı ile ilgili şu mesajı verir.

“Algılama, algılanan uyarıcının ve algılayan kişinin özelliklerinin etkileşimiyle oluşur.”( İnsan İnsana, 78.)

Duyular yoluyla aldığımız bilgiyi yaparak, yaşayarak ve tekrar ederek öğreniyoruz.

Hayat iletişimle başlar. Bilinçli iletişim insanı diğer varlıklardan ayıran bir özelliktir. Var olmak, iletişim içinde olmaktır. Bebek doğduğu andan itibaren anneyle ve dünyayla ilişki kurmak çabasındadır. Ağlayarak iletişim kurar, annesinin gözlerinde kendini görür, varlığını ve kendini tanımaya başlar. Duygularımızın, düşüncelerimizin tohumları böyle atılır. Ben sevilmeye değerim ya da değerli değilim gibi inançlar bu şekilde oluşur. Bebek acıktığında, karnı ağrıdığında diğer bütün ihtiyaçlarında ağlayarak iletişim kurar. Zamanla anne onun ağlamasının tonundan neye ihtiyacı olduğunu anlayıp, sevgiyle yaklaşırsa, bebeğin öz değeri, öz saygısı gelişir. Yeterli sevgi, ilgi ve bakım ihtiyacı karşılanmayan bebekler ise kendini değersiz, yetersiz hisseder. Büyüdükçe aile, okul ve çevreyle olan ilişkiler içinde iletişim kurmayı öğrenirler çocuklar. Yapılan araştırmalar başarı ve mutluluğun %75’inin iletişime bağlı olduğunu göstermektedir.

Hayatta en önemli iletişimlerden biri de insanın kendisiyle kurduğu iletişimdir. Kişinin kendini tanıması, keşfetmesi, duygu, düşünce ve davranışlarının farkında olarak doğru yönlendirmesi, varlık nedenini sorgulamak amacı ile iç dünyasına bir yolculuk yapması demektir. Kişinin bütün davranışları, aslında içsel iletişimin dışa yansımasıdır. Hayatın her anında ve her mekânda gerçekleşen bu iletişim türü, bir başka kişiye de ihtiyaç duymaz. Düşünür, kendisiyle ve başkasıyla konuşur, tartışır, kendi kendine karar verir, karar değiştirir, planlar, hayaller kurar ve kendisiyle başkaları arasında karşılaştırmalar yapar. Bazen bütün bunlar çok kısa zaman dilimi içinde oluverir.

İnsanın kendisiyle iletişim kurma ihtiyacı varoluşsaldır. “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum?” sorularının cevabını aramaktadır. Hayatının anlamı ve yaşadığı sürece mutluluğu bu üç sorunun cevabında yatmaktadır. Kendisi ve başkalarıyla barışık olmak ancak sağlıklı iç iletişimle gerçekleşir. Bu nedenle bir kişinin düşünmesini, duygulanmasını, kişisel ihtiyaçlarının farkına varmasını, iç gözlem yapmasını, rüya görerek kendi içinden mesaj almasını ya da kendisine sorular sorarak bunlara cevaplar üretmesini bir iç iletişim olarak görebiliriz. Ve böylece iki insan arasında gerçekleşen iletişimin benzeri, tek bir insanın içinde de gerçekleşebilmektedir. Bireyin kendisiyle barışıklığı, aynı zamanda çevre ve evrenle barışık olması ile sonuçlanır. İç iletişimle yakaladığı iletişim düzeyi, bireyler arasındaki iletişimin de temelini oluşturur.

Kendimizle nasıl iletişim kurabiliriz? Bu kişiye, durumlara, şartlara göre değişiklik gösterebilir. Hepimizin doğası farklıdır, ruhumuz, bedenimiz bize ihtiyaçlarımızı fısıldar. İnsanın içinde kabaran duygular onu yönlendirir. Örneğin, ben meraklı bir insanım, çeşitli ilgi alanlarım var. Resim yapmayı, müzik dinlemeyi, okumayı, yazmayı, spor yapmayı çok severim, bilim ve psikolojiye de ilgim var. Hatırladığım ilk anılarımda resim yapıyordum, bu benim dünyayla ve kendimle iletişim kurma yöntemimdi. Zamanla, ilgi alanlarımın çoğalmasıyla, doğal olarak kendimle ilgili birçok iletişim yolu daha keşfettim. Duygularımı, düşüncelerimi, hayallerimi, rüyalarımı yazmak, onları yorumlamak bana kendimi çok iyi hissettirdi. Böylece ben kimim? Ne istiyorum? Bunları da öğreniyordum. İnsan kendisiyle, yürüyüşte, spor yaparken, yüzerken de konuşabilir, dertleşebilir. İsterse psikolojik destek de alabilir, önemli olan kendisiyle iletişime geçmekte istekli ve kararlı olup cesurca yola çıkabilmektir.

Kendimizle iletişimde, bilinçli zihin bilinçsiz zihinle irtibat kuramazsa ağrılar, hastalıklar olarak kendini gösterir. Zihinde olan bedene bedende olan zihinde olur. Beden ve zihin arasında sibernetik bir ilişki vardır. Kendimizle ister iletişime girelim, istersek girmeyip kaçalım. Beden bize önce sessizce, sonra çığlıklar halinde ulaşmaya, yardım istemeye çalışır. Hastalık, depresyon ve bağımlılıklar, hepsi böyle oluşur. Eğer biz bu çığlıkları duyup harekete geçer, “Ben ne istiyorum? Benim neye ihtiyacım var?” diye kendimize sorular sorup, çözümler bulmaya başlarsak, iletişim de başlamış olur. Çoğu durumda yaşadığımız şeylerle ilgili sorumluluk almaktan kaçıp, başkalarını, durumları, olayları suçlamaya başlar, kendimize karşı kulağımızı tıkarız. Sen kendini duymazsan, görmezsen, sevip, değer vermezsen başkaları sana hiç değer vermez, bunu anlayacak bilince gelmek ve hayatının kontrolünü eline almak, yüzleşmek, sorumluluk almak önemlidir.

Fransız yazar Xavier De Maistre’in,[1]kişinin yalnızlığıyla barışık, güçlü olması gerektiğini ve kendisiyle kurduğu iletişimi, ironik bir dille vurguladığı kitabı Odamda Yolculuk’u anmak isterim. Şöyle diyor romanında:

“Benden önce hiç cesaret edememiş binlerce kişi, bu işe kalkışmamış olanlar, kısacası yolculuk etmeyi hiç düşünmemiş olanlar bile beni örnek alıp karar vereceklerdir. Ne zahmete ne paraya mal olan bir zevk karşılığında benimle birlikte yola koyulmakta en uyuşuk insan bile tereddüt eder mi? Cesaret, o halde çıkalım yola! Kalbi kırıklar, dostlarının ihmaline uğrayanlar, insanların basitliğinden ve ihanetlerinden uzaklaşıp evine kapananlar, herkes peşimden gelsin! Dünyanın bütün bahtsızları, hastaları, canı sıkılanlar, takip edin beni! Bütün tembeller, kitle halinde ayağa kalksın! Ve siz, bir sadakatsizlikle karşılaşıp kafasında gizliden gizliye ıskartaya çıkma ya da emeklilik projelerini evirip çevirenler; bir gelin odasına kapanıp, ömür boyu dünyadan vazgeçenler; gittiğiniz davette bir köşeye sinen nazik insanlar, siz de gelin! Sözüme kulak verin ve bırakın bu karanlık fikirleri; bir anlık zevki yiterken bir an bile bilgelik kazanmıyorsunuz. Yolculuğumda bana eşlik etmeye tenezzül gösterin. Roma’yı, Paris’i görmüş yolculara yol boyu gülerek sabahın erken saatlerinde yürüyeceğiz; hiçbir engel bizi durduramaz. Kendimizi hayal gücünüze neşeyle teslim ederek, o bizi nereye götürmek isterse, her yerde onu takip edeceğiz.” (Odamda Yolculuk, 7-8.)

“Kendinizle iyi geçinin, çünkü hayattaki en uzun ilişkiniz kendinizle olan ilişkiniz olacaktır,” demiştir La Edri. Çok doğru söylemiş; insan 7/24 kendisiyle baş başadır, sürekli konuşan bir zihni vardır. Kendimizi ne kadar iyi tanırsak, güçlü yanlarımızı, geliştirmemiz gereken yanlarımızı bilirsek ve bununla ilgili çalışmalar yaparsak, daha anlamlı bir hayatımız olur. Başarıya, mutluluğa ve huzura giden en önemli şey kendimizle kurduğumuz iletişimdir. Kendimizle iletişim kurmazsak ne istediğimizi, neler yapabileceğimizi bilemeyiz. Hayatımızın kontrolü başkalarının eline geçer.

İlk çağlardan beri insanlar, duvar resimleri, işaretlerle, şekillerle birbirleriyle iletişim kurmuşlardır. Topluluklar halinde yaşayıp, doğa şartlarına karşı kendilerini koruyabilmişlerdir. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte şartlarda değişmiş, iletişim şekilleri çoğalmış ama insanların birbirlerine olan ihtiyacı değişmemiştir.

“İki insan birbirinin farkına vardığı andan itibaren iletişim başlar. İki insan birbirinin farkına vardığı andan itibaren: söylediği, söylemediği, yaptığı, yapmadığı her şeyin bir anlamı vardır. Yüz ifadesinin, beden duruşunun, sesin, bakışın anlamı vardır. İki kimse birbirine hiçbir şey söylemediği ve birbirinin yüzüne bakmadığı halde, ikisi arasında anlam alışverişi vardır”.( İletişim Donanımları, 45-46.)

İnsanlığın varoluşundan beri, iletişim son derece önemli bir insani davranış olagelmiştir. İnsan ilişkileri her şeyin kalbi ve özüdür.

“Daha önce birbirini hiç görmemiş insanlar ilk defa birbirlerini gördüklerinde kısa sürede birbirleri hakkında bir izlenim oluşturmaktadırlar. Kişinin güvenilir veya güvenilmez, önemsenecek ya da önemsenmeyecek, uyumlu veya uyumsuz olduğu gibi algılamaları İçeren ilk izlenimler 30- 35 saniye gibi kısa bir sürede ve sözsüz mesajlara dayanmaktadır. Mehrabian adında bir psikolog, insanların birbirleriyle ilgili ilk izlenimlerinin nelerin belirlediğini araştırdı. (Mehrabian, 1981). Sonuçlar ilginçti:

Görsel kanal %55

İşitsel kanal %38

Söz ve içerik %07

Bu sonuçlardan anlaşılan o ki, ilk karşılaştığımız zaman nasıl göründüğümüz, nasıl bir yüz ifadesini sahip olduğumuz ve nasıl konuştuğumuz, ne konuştuğumuzdan daha önemli olmaktadır.” (İletişim Donanımları, 64-65.)

Bize öğretilen çok fazla “meli”, “malı” var. (Başarılı olmalısın, güzel olmalısın vb.). Bunları fark edip temizlemedikçe, başkalarının talep ettikleri hayatları yaşıyoruz. Onların belirlediği güzelliğe, başarıya göre davranmak durumunda kalıyoruz. Sonuçta kendi ihtiyaçlarımızı doyuramadığımız için aç kalıyoruz. Ruhumuzun, duygularımızın açlığını bastırmak için çeşitli bağımlılıklar oluşturuyoruz. Kısacası kendimiz olamayınca savruluyoruz. Biz kendimizle olan ilişkimizi bir düzene koymadıkça dış dünyamıza da çeki düzen veremiyoruz. Biz ne isek, dünya da odur. Dış dünyamız bizim aynamız ya da kendimizin yansımasıdır. Filozoflar da hakikate ulaşmanın en kestirme yolunun insanın kendini tanımasından geçtiğini söylerler. Sokrates’in “Kendini tanı!” sözü meşhurdur.

Evet, insanın kendini tanıması, kendinin farkında olması, kendi yolunu, hayat amacını bulması, bu dünyaya niye geldiğini, hayatın bir mucize olduğunu unutmaması gerekir. Öyle muazzam bir kapasite ile dünyaya geliyoruz ki, bunun bilincinde olup, hayatımızı, potansiyelimizi daha iyi kullanabiliriz.

Doğru, samimi ilişki kurmak için kendimizi açık, net, dürüst bir şekilde ifade etmeliyiz. Burada iletişimin dili devreye giriyor. Başkalarının söyledikleri karşısında yansız kalmalı ve iç yorumcumuzu susturmamalıyız. Çünkü genel olarak etkin dinlemeyi ve uygun geribildirim vermeyi bilmiyoruz. İlişkilerimizi beklenti ve zannetme çemberinde yaşıyoruz. Başkasının gerçeğini de kendi gerçeğimiz gibi kabul edip saygı duymalıyız. İletişimin anlamı, aldığımız geribildirimdir. İstediğim karşılığı alamıyorsam bunun sorumluluğu bana aittir. Farkında olan, bundan rahatsız olan benim, o zaman benim bir   şeyler yapmam gerekir. Kendimi doğru ifade etmeye özen göstermeliyim.

Aile içi iletişimde de maalesef birbirimizi dinleyip, anlayamıyoruz. Genel olarak, kendisiyle doğru iletişimi kuramamış bireyler, diğerleriyle de doğru iletişim kuramıyor. Çevremde en çok gözlemlediğim, aile içi iletişim olur, arkadaş, akraba ilişkileri olur, burada yapılan en önemli şey, birbirleriyle olan konuşmaları yani sözde sohbetleri, dertleşmeleri genel olarak kişinin içindeki bütün öfkeyi, kıskançlığı, olumsuzlukları karşı tarafa deyim yerindeyse kusması yani bütün çöpünü boşaltmasıdır. Maalesef iletişimden anladığımız şey de özellikle en yakınlarımıza, en acımasız şekilde davranmamızdır. Bunun doğal bir dertleşme, konuşma, paylaşma olduğunu sanıyoruz. Toplum olarak sorumluluk alma ve sınırlarımızı iyi belirlememiz ile ilgili sıkıntılarımız var, bu da ilişkilerimizi, iletişimimizi, hayatımızı derinden etkiliyor. Bizim gerçekten sevdiklerimizle kalpten iletişim kurarak, özenle, dikkatlice dinleyip anlamamız, bağ kurmamız gerekir.

Teknolojinin bu kadar hızlı gelişmesiyle, toplumlarda yaşanan değerlerin bozulması, insan ilişkilerinin zayıflaması, bireysel olmak demek, bencil olmak gibi algılanması, bütün ilişkilerin yozlaşmasına sebep oldu. İnsanların bu yeni teknolojiler sayesinde her an her yerde ulaşılabilir olması, kişilerin özel hayatlarını gizliliğini ve huzurunu ortadan kaldırmıştır. Dünya insanı olmak adına, yaşanan bu hızlı hayatın temposu insanların kendileriyle ve toplumla olan ilişkilerini bozmuş, kişilerin sanal bir dünyada yaşamalarına sebep olmuştur. Teknolojik gelişmelerin insan hayatını kolaylaştırdığı hatta insan ömrünü uzattığını düşünürsek, bu dünyada yaşanan muazzam gelişimin, elbette artıları çoktur. Fakat, her şeye bu kadar kolay ulaşabilmek, sınırların ortadan kalkması, dünyanın farklı yerlerine gidip gelmenin kolaylaşması, kültür şokunun yaşanması ve bunun çok kısa bir zaman diliminde olması da insanların bu hıza ayak uyduramaması yani ruhlarının kendilerine yetişmemesi nedeniyle bir sürü karmaşaya ve sıkıntıya da yol açmıştır.  Genç nesillerin çoğu şeyleri sanal alem üzerinden yürütmeleri tabii ki iletişim ve ilişkiler konusunda zayıflamaya sebep olmuştur. Burada bilinçli olup, bu yeni dünya düzeninde yaşanan ortamlarda bilgi kirliliğini farkında olup, doğru seçimler yapabilmeyi bilmemiz gerekir.

“Öyleyse, çağımızda tehdit eden tehlikeler dikkate alındığında, kim insanlığın nöbetçisi ve öncüsü olarak, bunca farklı kuşaklar tarafından biriktirilen o vazgeçilmez, kutsal hazinenin başında nöbet tutacaktır? Diğer herkesin kendi içinde yalnızca bencil bir kurt ile inekçe bir korkuyu taşıdığı ve bu yüzden insan görünümünü yitirerek hayvanlığa ve hatta robotça bir otomatikliğe kadar düştüğü bir zamanda, kim insanoğlunun imgesini yerli yerine oturtacaktır?” demiştir Nietzsche, öyle değil mi? (Eğitimci Olarak Schopenhauer, 40).

 

Kaynakça

Cüceloğlu, Doğan. İnsan İnsana, İstanbul, Remzi Kitapevi, 1991, s: 78.

Nietzsche, Friedrich. Eğitimci Olarak Schopenhauer, İstanbul, Say Yayınları, 2003   s: 40.

Cüceloğlu, Doğan. İletişim Donanımları, İstanbul, Remzi Kitapevi, 2002, s: 32.37.45.46.64.65.

De Maistre, Xavier. Odamda Yolculuk, İstanbul, Sel Yayıncılık, 2019, s:7.8.

 

        

[1] Maistre, 1763 – 1852 yılları arasında yaşamıştır. Savoie’da aristokrat bir ailede dünyaya geldi. Rus çarı I. Alexandr’ın ordusunda asker olarak görev yaptı. 1794’te devrimci Fransız birliklere karşı savaşırken yakalandı ve Odamda Yolculuk’u kırk iki gün, oda hapsine mahkûm edildiği bu süreçte yazdı.