
Anna Karenina ölmedi. Çünkü bu kez ölmemesi gerekiyordu.
Ölüm Değil Aforoz
Dünya edebiyatının en unutulmaz kadın karakterlerinden biri olan Anna Karenina, yalnızca bir aşkın değil; bir toplumun aforoz mekanizmasının bedenleşmiş hâlidir. Aşkı seçtiği için yargılanan, anneliği sorgulanan, tutkusu yüzünden dışlanan bir kadının raylara uzanan hikâyesi, edebiyat tarihinin en sarsıcı finallerinden birine dönüşür.
Tolstoy bu romanı, komşusu Bibikov’un gerçek yaşamından ilhamla yazmıştır. Bibikov, ölen eşinin akrabası olan Anna Stepanovna ile birlikte yaşamaktadır. Bir süre sonra çocukları için bir Alman mürebbiye tutar. Zamanla Bibikov’un mürebbiye ile yakınlaştığına dair söylentiler çıkar. Bu söylentileri öğrenen Anna, bir gece evi terk eder ve kendini bir trenin altına atarak yaşamına son verir. Tolstoy, onu o hâliyle görenler arasındaydı. Üstelik Anna’nın Bibikov’a yazdığı veda mektubunu da okumuştu. Belki de o mektup, Anna’nın ölümü kadar Tolstoy’u etkilemişti; belki de Tolstoy o trenin uğultusunu yalnızca raylarda değil, kendi vicdanında da duydu.
Şimdi o sesi biraz susturalım. Çünkü finali hepimiz biliyoruz. Benim anlatacağım, o sona varmayan ihtimaldir. Bu, Anna’nın hayatta kaldığı bir versiyon. Tolstoy’un açıkça söylemediği ama satır aralarına bıraktığı bir ihtimal.
O Tren Gelmedi
O gün tren saatinde gelmedi. Anna, çantasının tokasını çaresizce açıp kapadı. İçinden yükselen hıçkırıkları bastırmadı bu kez; bastırmak terbiyeydi çünkü kadınlara hep öğretilen. Ama o anda terbiyeyi değil, yaşamı seçti.
“Ben bir suç değilim,” dedi — sessizce ama kararlı. “Ben bir kadınım. Sevmiş, düşmüş, kırılmış bir kadın.”
Bir süre peronun taşlarında oturdu. Kalabalık akıyordu, kimse ona bakmıyordu. Çünkü bakan, görür; gören, sorumluluk duyar. Anna ayağa kalktı. Ölümü değil, görünmezliği bıraktı geride. Yavaşça yürümeye başladı. Bir sokaktan geçerken küçük bir çocuk elinde balonla ona baktı. Gözleri doldu, sonra istemsizce gülümsedi. Gülümsemek, hâlâ yaşamak demekti.
O gün tren gecikti. Ve bir kadın, başka bir yazgıya yürüdü.
Peki Ya Bugün?
Biz o treni hâlâ raylarda tutuyoruz. Her gün yeni bir Anna’yı altına atıyoruz. Ahlak diyoruz, örf diyoruz, kutsal annelik diyoruz. Ama bu söylemlerin hiçbirinde bir kadının gözyaşına yer olmadığını biliyoruz. İşte bu yüzden, Anna Karenina’yı öldüren tren değil, toplumun kendisiydi. Susturan, yalnızlaştıran, anneliğini ölçen, aşkını sorgulayan o geniş ağızlı toplum.
Peki ya yaşasaydı? Linç yine peşini bırakmazdı. Bugün olsa? Adı yalnızca bir baş harfe indirgenirdi. Fotoğrafları sosyal medyada sürüklenirdi. “Çocuğu var,” diye fısıldarlardı. “Kocası seviyordu,” diye tekrar ederlerdi. Çünkü yargının biçimi değişse de özü hiç değişmedi. Bugünün dünden belki de tek farkı, linç kültürünün ekranlardan yeniden üretilmesi. Dün dedikoduydu, bugün hashtag. Fark etmiyor.
Anna hâlâ yaşıyor ama toplum onu öldürmekte ısrar ediyor. Aşkı seçen kadının payına şefkat değil, nasihat düşüyor. Dün olduğu gibi bugün de ahlakçılık, en çok kadına bedel ödetiyor. Toplum, tövbe eden günahkârı bağışlar. Ama pişman olmayan kadını asla affetmez.
Bir kadının “aldatması”, çoğu zaman eksik olanı istemesiyle başlar. Hissedilmek, fark edilmek, var olduğunu bir başka gözde yeniden hatırlamak… Ama ataerkil düzen, kadının eksikliği dillendirmesini ihanet, arayışını ahlaksızlık sayar. Anna’nın asıl suçu sevmek değil, sevilmediğini fark etmektir.
Tolstoy belki trenin altına atarak onu cezalandırdı. Ama öyle bir roman yazdı ki asıl cezayı okura bıraktı: “Şimdi karar ver,” dedi. “Onu affedecek misin yoksa onunla birlikte sessizliğe mi gömüleceksin?” Anna Karenina hâlâ yaşıyor olabilir. Çünkü biz o cevabı veremedik.
Affet Beni Tolstoy
Affet beni Tolstoy. Sen o trenle bir çağı mühürledin belki. Ama ben şimdi başka bir kapı aralamak istiyorum. Senin Anna’n öldü. Benimki yaşadı. Çünkü biz artık susmayan, kendi sesini sahiplenen kadınlarız. Hikâyenin sonunu kabul etmeyen, kendi kalemini eline alan kadınlarız.
Anna, kendini trenin altına atmadı. Ayağa kalktı, yürüdü. O yürüyüş, hâlâ hepimizin adımlarında sürüyor.