https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Havalar da iyice soğudu be Ayşe abla… İnsan dışarıda iki dakika soluklanayım diyemiyor. Hastaneden bunaldım desen dışarıda titreyip duruyorsun. Kapana kısılmak gibi bir şey değil mi? Zamanın da geçtiği yok.” Ayşe abladan ses seda gelmiyor. Bir şeylere kızmış olacak. Böyle anlarda hiç konuşmaz, öylece önüne bakar durur. Arada bir de sinirinden mi üzüntüsünden mi kaynaklanır bilmem acı acı gülümser. Kanser hastası. İlik mi kemik mi öyle bir şeydi… İlik olacak herhalde… Hiç kemikten kanser olur mu insan? Aslında niye olmasın, kemik dediğimiz yapı da hücrelerden meydana gelmiyor mu sonuçta? Dur çok merak ettim şimdi. Ayşe ablaya mı sorsam? Kesin haşlar beni. Dur internetten bir bakayım o zaman… Aa! Gerçekten de kemik kanseri diye bir şey varmış ama ilik olacak Ayşe ablanınki… Eminim bundan.

Birden ona dönüp diyorum ki: “Ayşe abla hani öyküler yazıyordum ya ben.” Ayşe ablada kımıldama yok. “Bir dergi kabul etmiş yazımı. Bir buçuk, iki aya kadar yayımlayacaklarmış. Biliyorum küçücük bir şey bu ama insan yine de umutla doluyor. Ah Ayşe abla, söz bir kitabım çıksın ilk sana ithaf edeceğim. Kapağında dokunaklı, italik harflerle şöyle yazacak: ‘Ayşe Ökmen’e en derin saygı ve sevgilerimle…’ Nasıl, hoşuna gitmedi mi yoksa?”  Ayşe ablanın gözünden yavaşça süzülen bir damla yaşı görünce şaşırıyorum. Biraz da kendime kızıp: “Ablacığım neden böyle yapıyorsun? Bak tedavin ne güzel gidiyor. Eşin, çocukların hep yanında… Eh ben de elimden geldiğince arkadaşlık yapmaya çalışıyorum sana… Kendine bunu yaparsan sonunun ne olacağını hiç düşünmüyor musun?” Ayşe abla ses çıkarmadan odasına dönüyor. Camdan içeri giren güneş ışığı ister istemez içimi ısıtıyor. Ah Ayşe abla neden bunları hiç göremiyor?

Birkaç hafta sonra taburcu oldum. Zaten çok önemli bir şeyim de yoktu. Yakın bir tarihte kullandığım bir ilaç midemi bozmuş karnımı guruldatıp duruyordu o kadar…

Tam hazırlıklarımı tamamlamış odamı terk ediyordum ki hiç yoktan aklıma o geliverdi. Biraz düşündüm gitsem mi gitmesem mi diye… En son ki görüşmemizdeki hâli gözümün önünden gitmek bilmiyordu çünkü. Ama hiç yoktan en azından bir gönlünü alırım diye odasına uğramaya karar verdim. Odasına vardım, kapısını üç kere yavaşça tıkladım… Cevap yok. Sonra daha yüksek bir tonda bir kez daha denedim. Durum aynı. Derken bir anlık gelen bir kuşkuyla kapıyı ardına kadar açtım… Tam da tahmin ettiğim gibi oda bembeyaz bir yatak ve küçük bir sehpayı saymazsak bomboştu. Hemen danışmaya koşup Ayşe Ökmen’i sordum. Bir süre boş boş baktıktan sonra bana yakını olup olmadığımı sordu. Ben de: “Hayır, burada tanışmıştık aslında… Ben reflüden yatıyordum da şu anda taburcu oluyorum. Bir vedalaşmak istemiştim sadece…” Danışman kadın boş boş bakmayı sürdürerek. “Ayşe Ökmen… Vefat edeli iki gün oluyor. Başınız sağ olsun…” Dondum kaldım orada (gerçekten o anki durumumu ancak bu sözlerle anlatabilirim sizlere.) “Şey… Sağ olun. Ben birinci dereceden yakını değilim (ikinci veya üçüncü de diyemem) ama tedavisi çok iyi gidiyordu… Nasıl yani? Ameliyatta mı, odasında mı, gece uyurken mi?” Danışman neredeyse yerinden kalkıp kovalayacakmış gibi dinliyordu beni. Sonra ani bir dönüşle “Daha fazla bilgi veremem. Üzgünüm.” Dedi. Ben de arkamı dönüp gitmek zorunda kaldım. Bilmiyorum beni bu kadar etkileyen neydi? Az çok tanıyıp bildiğim bir insanın aniden bir anda dünyadan yok olup gitmesi mi yoksa olacağını önceden bildiğin bir felaketi durduramamanın verdiği güçsüzlük mü? Bunu düşüne düşüne odama dönerken yolda onunla ilgilenen hemşirelerden birine rastladım. Sormadan edemezdim: “Nasıl öldü?” Hemşire: “ Kocası terk edeli bir ay kadar oluyormuş, çocukları da yanına almış.” Soruma beklediğim yanıtı alamadığımdan: “Eee nasıl peki?” diye tekrardan sordum.  O da sessizce “ Gece yarısı bileklerini kesmiş. İlaç şişelerinden bir tanesiyle.” Sonra bana dönüp “Birkaç eşyası kaldı. Kimse almaya gelmiyor. Sen yakınıysan sana teslim edelim.” Dedi.  Ben duyduklarımdan ötürü daha da şaşırarak hiç düşünemeden “Tabi, olur.” deyiverdim.

Pek enteresan bir şey de kalmamıştı bizim Ayşe abladan. Birkaç bone (ilaçtan dolayı dökülen saçları bana hep onu eksik tanıyormuşum hissini verirdi.), çocuklarından aldığı her yerinde “Canım annem” yazan boyama çalışmaları, bir de ufak bir not defteri ilgimi çekenler arasındaydı. Birdenbire not defterini elime aldım. Düşünüyordum “Allah’ım ne yapıyorum ben böyle. Hemen özür dileyip çıkmam lazım benim buradan, hiç yoktan başıma bela alacağım. Ne arıyorum ki ben burada?” Aklımın sesini dinlemeye karar verip defteri yerine bıraktım. Ama tam çıkacağım bir anda istikametimi değiştirip defteri karıştırmaya başladım. Allah’ım ne iğrenç bir insanım ben. Yaptığım bir ölüyü soymaktan farksız. Neyse merak etmiş olma ihtimalinizi de düşünerek buraya bazı kısımları ekliyorum. Eee buraya kadar beraber geldik, üzüm üzüme baka baka kararacak o zaman.

 

Notlar                                                                                                                Tarih: Yazmıyor

İyiye gittiğimi söylüyorlar. Tümör henüz bir yere sıçramamış. Umut varmış onlara göre. Bilmiyorum, saçma sapan şeyler gelip duruyor aklıma. Yani ne anlamı var ki bütün bunların? Diyelim ki iyileştim, kurtuldum bu illetten. Ne vaat ediyor bana hayat ilerisi için. Istırap, ıstırap,ıstırap. Hasta ya da değil sonuç hep harap. Çok da yalnız kaldım buralarda. Gelen gidenim hepten azaldı. İşinde gücünde tabi herkes, ne yapacaksın.

Şu öykücü çocuk da çok garip bir şey be! Geliyor kafasına göre konuşuyor, karşı tarafı hiç beklemeden cevaplar vermeye kalkıyor. İnsanı çıldırtıyor!  Ama tatlı şey doğrusu. Bir o var yanımda bu günlerde. Kızamıyorum ona.

Bilmiyorum belki de ihtiyacım olan tek şey beklemektir. Yani tüm umudumu kaybetsem de önümde karanlıktan başka hiçbir şey görmesem de hatta bütün bunların hep böyle kalacağını bilsem de bir sabah kalktığımda her şeyin değişebileceği, iyileşebileceği ihtimalini öldürmemek. Umudu beklemek gibi bir şeydir belki de benim yapmam gereken. Öykücüye göstersem mi acaba bunları? Çok hoşuna gider bence. Aman boş ver, sonra çenesinden kurtulamam bir saat. Ne diyordu kitap yazacakmış da ithaflar yapacakmış bana kapağında. Tatlı şey.

Terk etmiş beni. Aramaya çalıştım, yalvaracaktım çocuklarla görüştür, en azından bir kez seslerini duymayı çok görme diye. Ama dönmedi hiçbir çağrıma. Birkaç akrabadan haberi aldım, başka bir kadın mı varmış ne. Dayanamıyorum Allah’ım.

Bir yer olmalı Allah’ım… Bir yer ki içinde hiç acı çekmeyeyim. Bilmiyorum belki o yerde farklı insanlar yaşar, buradakilerden daha merhametli, daha dürüst, daha insan. Ben o yere aitim.