https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Bir elinde bavulu, diğer elinde sıkı sıkı tuttuğu anahtarı ile gelmişti; annesiyle yaşadığı, çocukluğunun geçtiği bodrum katındaki eve. Kapının önünde biraz durdu. Bavulunu yere bırakırken rutubetten örümceklenmiş bu kapıya hüzünle bakıyordu. Eliyle örümcek ağlarını temizledikten sonra kalbi çarparak anahtarı çevirdi.

Dönen yuva değil, anılarıydı. Annesinin her kapıyı açışındaki sesi kulaklarında çınladı: “Geldin mi paşam? Çorba yaptım, sıcacık içelim.” diyeni… Sobanın üzerinde eksik olmayan ıhlamur çayının odaya yaydığı kokuyu, annesinin bitmek bilmeyen öksürüğünü, bir de radyoda çalan türkülerin sesini duyuyordu. Yüreğine çöken hüzünle “Bir ah çeksem karşıki dağlar yıkılır.” diye mırıldandı, annesinin en çok bu türküyü sevdiğini hatırlayarak.

Yıllardır açılmayan kapıyı itekledi. Yüzüne vuran keskin rutubet kokusunu içine çekmemek için bir süre nefesini tuttu. Sonrasında, kesik kesik aldığı nefesle girdi içeriye.

Kırmızı yeleği, beyaz tülbenti, uzun eteğinin altından sızan pijaması, ayağından hiç çıkarmadığı yün çetikleriyle annesi tezgâhta yemekleri koyuyor gibiydi. Gözleri buğulandı. İçine akan bir damla yaş, keşkelerini suladı.

Annesinin astım hastası olduğu için çalışamaması, kaçarak evlendiği için ailesinin dışlaması, babasının küçükken ölmesi sebebiyle bu rutubetli eve mahkûm oluşlarını… Her öksürük krizinde nefes alamadığı zamanlarda; “Anne, bir büyüyeyim, çok çalışıp güneşli eve taşınacağız.” dediği anları… Annesinin başını sıvazlayarak, gözleriyle onayladığı “Tamam paşam.” deyişlerini hatırladı.

Güneşli eve taşınamadan, bir bahar günü gitmişti annesi. O zaman yirmi yaşında, üniversite son sınıftaydı. Acısının üzerine binen keşkelerle boğuşamadığı için özel eşyalarını bir valize sığdırmış, diğerlerini dağıtarak evi boşaltmış, arkasına bakmadan çekip gitmişti.

Turna kuşu gibi çok uzaklara uçsa da, yıllar keşkelerini susturamamış, acıları hüzünlü anılara dönüşmüş olarak; “Yirmi beş yıl sonra döndüm anne.” diyerek gelmişti kürkçü dükkanına.

Tek odalı salonun ucundaki küçücük mutfak dolapları örümcek cennetine dönüşmüş, çoğunun kapakları da düşmüştü. Yüzünü salona çevirdi. Duvarlarda oluşan çatlakların derinliği, pencere kenarlarının çürümüşlüğü, zemindeki ince betonun kabarmışlığına içi acıyarak baktı. Yıldırım düşmüşçesine harabeye dönen odanın hâli içler acısıydı. Annesinin kanepenin kırık ayağına koyduğu takoz, bu çürümüşlükten nasibini almamış, öylece duruyordu.

Unutmak istediği acısı, ona azim ve gayreti getirmiş; çok çalışmış, güneşli evlerde bir suçlu gibi oturmuştu.

Takım elbisesini, rugan ayakkabısını—annesinin onu böyle görmesini istediği için—üzerinde forma gibi taşıyordu.

Odadaki tek sandalyeyi çekti. Üzerine biriken tozu koluyla sildi. Oturmadan önce duvarların maviliğine baktı. Son badanada annesi “Görmediğimiz gökyüzünü odamıza hapsedelim.” dediği zamanki gülüşmelerini, “Merak etme sultanım, bir dahaki badanayı güneşli evimizde yapacağız.” deyişini hatırladığında, içi acıyarak oturdu sandalyeye.

Yüzünü pencereye çevirdi. Işığa bakmadan içine baktı. Gördüğü tüm çürümüşlüğü keşkeleriyle beslediğini fark etti. Acı bir gülümsemeyle sustu. Derin bir nefes aldı.

Düzeltmek için yüzünü ışığa çevirmesi yeterliydi.