https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Yazmak; bir vahşetin çağrısıdır. Neden mi? Çünkü yazmak eyleminin düzlemi, sonuçları belli diyagramları ya da sonuçları belli olmaya yatkın olguları, kalemin dudaklarındaki gözyaşını ya da kan ufkunu kâğıdın yüreğine işlemesidir. Bu yüzden yazmak hem bir oluş, hem de bozuluş hikâyesinin göstergesidir.

Anlaşılmak; nahif bir eylem gibi gözükse de aslında tam bir kin ve intikam düşüdür. Nasıl mı? İnsan anlam ve mana siferine girdiğinde özne veya öteki hakkında yargılama eyleminde bulur kendini. Bu bağlamda anlaşılmak özverili bir öldürme içgüdüsü taşır.  Yazmak ve anlaşılmak; tarihsel kökleri itibariyle ilk insandan itibaren başlayan bir hikâyedir. Ve bu hikâyenin öznesi, düşünen insan yani homosapiensle tavan noktasına ulaşmıştır. Nasıl mı? Düşünme eyleminin güdümünde insan olmanın vasfı, yani sorumluluk bilinci, ilk kez bu çeperde kendini açık-seçik biçimde sunmuştur. Bu sunuşun ilkleri mağara görselleri ya da yapılan buluşlar üzerinden kendini kanıtlamaktadır. Kanıtları araştıran ve sorgulayan antropoloji bilimi üzerinden eğildiğimizdeyse; insanın anlam arayışı ve bu anlam arayışını nesilden nesile aktarmanın süresini göz önüne aldığımızda yeniçağların keşfi karşımıza çıkmaktadır. Bu çağların keşfiyle insanlığın hem bireysel hem de toplumsal olarak canlı olma formu tavan noktasına ulaşmıştır.

Tarihsel süzgeç üzerinden yazmak eylemine yaklaştığımızda; insanın bilinen ilk yazısı Sümerliler tarafından üretilmiştir. Bu üretim sonucu bireylerin ve toplumların iletişim kurgusunun yönelimi bir zıplama rampası gibi yön kazanmıştır. Bu kazanımdan hareketle insan yeni olgulara kendini yöneltmiştir. Yönelimin gidişatı üzerinden baktığımızdaysa, zoon politikon olmaktan çıkıp yeni bir kavram oluşturarak çağdaş veriler üzerinden zoon robotikon olma güdümünde ilerlemektedir. Misal olarak; ‘’insan sevi üzerine yaratılmıştır,’’ repliği geçen ‘’Artificial İntelligence’’ filmi vardı. Bu film üzerinden konumuza eğildiğimizdeyse; çocuğunu kaybeden bir aileye verilen ve yazılımı sadece sevgi üzerine olan bir robot çocuğun gözünden dünyayı anlama ve mana kazanması bağlamında kinin ve intikamın tüm benliğini, iliklerimize kadar hissederiz. Hem de öyle bir kin ve intikam ki; ailenin çocuğu iyileştiğinde  ailecek yenilen yemek sahnesinde sırf intikam ve kin üzerinden iki çocuğunda ıspanak yeme sahnesi buna en güzel örnek olacaktır. Çünkü bu sahne bizim kendi mana ve anlam siferimizin ne’liğini sorgulamaktadır. Ve biz insanlık tarihinin ilkel yazma eylemi düzleminde robot çocuğun çizdiği resimleri akıl süzgecimizden geçirdiğimizdeyse, yazmak eyleminin vahşeti yüzümüze çarpmaktadır. Aslında yüzümüze çarpan yazmak ve anlam eyleminin ne kadar kobay bir gerçeklik algısı sunduğudur. Yani insan yazarak ve anlayarak, kendiliğini ötekinin zihninde bir hakikat açısı olarak sunar. Oysa insan bu dünyaya bu eylemi kazanmak için mi gelmiştir? Çünkü bu kazanım gibi gözüken durum aslında sadece kaybedilen bir mevzunun açığa çıkmasından kaynaklanır. İnsanın anlam dünyası bir başkasının onaylamasına mı tabidir? Eğer öyle bir durum varsa; onaylanmayan bireyler dışlanmalı mıdır sorusu karşımıza çıkmaktadır. Bu sorunun etkenleri açısından insanın var oluş ve yok oluş kurgusu nedir? Ya yaşadıklarımız ya da ölüm denen durum sadece bir yazılım veya matematiksel düzleme sahipse. İşte o zaman yeni bir tanım mı devreye girecektir? Çünkü insan tanım yaptığı takdirde bir algı kategorisi kurabilmektedir. Buradan hareketle insan bir sayı doğrusu grafiği midir?

Peki, sayı doğrusu grafiği nedir? Matematikte öğrendiğimiz kadarıyla iki kutba sahip olan ve eksi sonsuz artı sonsuza giden bu grafik insanlığın gerçekliğinde nerede durmaktadır? Veya bir gerçeklik olarak kabul edersek sıfır noktamız nedir? Eğer sıfır noktasını doğum olarak kabul ediyorsak; John Locke’nin ‘’beyin boş bir levhadır,’’ – tabula rasa – sözü doğru ise, doğuştan hiçbir bilgi ve anlam dünyası getirmiyorsak, doğumumuzdan itibaren ilk gülmelerimizin ya da ağlamalarımızın kökeni ne olacaktır? Çünkü yapılan her eylemin temeli yani kökeni vardır. Peki; insan bunları içsel bir güdüyle yapıyorsa ya da İbn Sina’nın nefis teorisi üzerinden, ‘’bunlar bizim bitkisel nefsimizden hareketle,’’ oluyorsa? O vakit insanın oluşumuna bağlı olan diyagramların kökenine inmeli ve kendimize şu soruyu sormalıyız. İnsanın ne’lik konumu nedir ve nereden gelmektedir?

Öyleyse konum nedir? Konum bir yaşama merkezi midir yoksa ölmek için bir yer bulmak mıdır? Bu soruların öngörüsünde insanlığın hikâyesi neye dayanır. Dinsel bir örgütlenme mi yoksa bedensel bir haz mıdır? İnsan metafiziksel bir öğe midir ya da fiziksel bir algılanım mıdır? Bu vb. soruların güdümünde anlamın temel dayanak noktasını nereden hareketle başlatmamız gerekir? Eğer insanlığı metafiziksel bir kurgu olarak kabul edersek; tüm dini anlayışların bireyden topluma yani Aristotelesçi anlayışa indirgememiz mümkündür. Eğer fiziksel bir durum açısından değerlendirirsek; bütün doğayla içkin biçimde olan formumuz Platoncu anlayışı, yani bütünden birime indirgeme savını savunabiliriz. Lakin Platon üzerinden dünyayı okuduğumuzda ruhsal açıklamalara daha gerçekçi bir yan bulurken, Aristoteles üzerinden eğildiğimizde daha dünyevi bir yan olduğunu görürüz. Neden mi? Platon’un anlayışı; mağara alegorisi bağlamında değerlendirdiğimizde insan elleri kolları bağlı bir bireydir. Bu bireyin kurtuluşu ancak onu gerçeklikle tanıştıracaktır. Aristotelesçi anlayışsa bunun tam tersini savunur. Aristoteles insanı bu dünyada elleri kolları bağlı olarak kabul etmez. Her birey kendi içsel tözünde bu durumun farkındadır. Ve bu farkındalıktan hareketle birey önce kendiliğini kazanır ve daha sonra yanında bulunan bireyi etkiler. Yani Aristoteles bireyde içkin bulunan tözün devinim yapması sonucu prangalarından kurtulacağını savunur. Bu savunmanın açısından birey ve toplum çatışsa dahi elbet sonuç varoluşsallığı sağlayacaktır. Ancak bu varoluş bireyi yok ederken bireyin kültürel ve tarihsel hafızası sayesinde diğerlerine aktarımı sağlanacaktır. Bunu da yazarak, çizerek diğerlerinin anlamlandırması sonucu etki-tepki yasasını açığa çıkartacaktır. Buradan hareketle yazmak ve anlamak yukarıda da söylemiş olduğumuz kobay yaşamsal formu insanlara sunmuş olacaktır.

Sonuç olarak; insan tarihsel ve kültürel hafızanın bir canlısıdır. Bu tarihselliğini ve kültürelliğini kendinden önce yaşamış olan canlı formlarına atfetmelidir. Çünkü en ilkel eylemimiz olan yazmak, çizmek ve anlamak kurgusu bu bağıntının ürünüdür. Ve bağıntının bize sunmuş olduğu durum, modernleşmeye çalıştıkça insani vasıflarımızdan sıyrılmamıza neden olmaktadır. Peki, bu sıyrılmayı yaşadığımızda Kantçı bir anlayışın sunmuş olduğu ödev ahlâkı ya da Nietzche’nin ‘’tanrı öldü,’’ cümlesi üzerinden değerlendirdiğimizde varlığımızın ana gayesi ne olmalıdır? Bu yüzden birey anlam ve mana perspektifi bağlamında yazmanın sorumluluğuna katlanabilecek midir? Çünkü yazmanın vahşet çağrısı, yüklem olan insanın özne olarak algılanmasıyla kin ve intikam dolu anlamanın konumu hem bireysel hem de toplumsal bir onaylamaya tabi tutulacaktır. Ve bu tabi tutulmak bireyi insan olmak rayından çıkartabileceği gibi, yeni bir ray keşfetmesine de neden olur. İşte bu açıdan yazmak ve anlamak iki ucu da tehlike ve kahramanlık gerektiren bir yerdedir. Peki, buna ne kadar hazırız?