https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

“Zorba olup olmadığınızı test edecek bir şey henüz karşınıza çıkmadıysa, ‘Ben çok iyi bir insanım’ diyerek ortalarda dolaşmanızdan daha anlamsız bir şey olamaz.”

 

Korkuları vardı kadının, herkes gibi, hatta biraz da her kadın gibi. Ama herkesten farklı olarak gizleyemiyordu onları, yardım isteyecek kadar yenik düşmüştü korkularına. O yüzden başa çıkamayacağından emin olduğu belayı görünür kılmaya mecburdu. Kolay kolay haline acıyan olmaz diye, arkasında boyundan büyük karanlıklar barındırsa da, insanlara güzel yüzünü sunmaya mecbur hissetti. O huzurlu ve sakin kalabalığın arasına girebilmek için, bir şekilde kendisini koruyabilmek için. Çünkü insan en iyi kalabalıkta kaybolur diye düşünmesinden daha doğal bir şey yoktu. Aslında suçlamamalıyız onu çünkü yüzündeki maskenin bir benzerine sahip olmayan kaç kişi var? Her insan, kim olduğundan haddinden fazla uzaklaşacak biçimde, sıradan bir eksenin etrafında dönüp dururken, yalnızca ona öğretildiği gibi yaşayarak kendisine bir isim veriyor. Sonra da o isme sarılarak güvenli, tozpembe hayatında yaşayıp giderken, ansızın bir neden ortaya koyamadan her şeyden sıkılmaya başlıyor. Mutsuzluğumuzu ve huzursuzluğumuzu monoton yaşamdan çıkartacak kadar uzağız aslında kendimize. Çünkü penceresini bulmaya üşendiğimiz bir evde yıllarca hava almadan yaşıyoruz. Ve ölmek, kesinlikle yok bu evde.

Belki de silah, birinin öldürmenin en gösterişli ama aynı zamanda en etkisiz aracıdır kim bilir? Ve bazı insanları masum gösteren şey de, sahip oldukları silahın görünmezliğidir, kurşunlarını sağa sola saçanların aksine. Kim iyi kim kötü? Kim daha iyi, kim haddinden fazla kötü? Aslında hiç kimse kendisini tanımıyor. Hatta kim olduğuna dair düşünceleri, insanların onun yüzüne sürdüğü kalıcı makyajdan ibaret. O yüzden ne güzel olan gerçek güzel, ne de iyi olan gerçek iyi. Hayatlarımız penceresiz dört duvarla sınırlı. İçindeki oksijeni tüketsek bile asla ölmüyoruz. Bu bizi mutsuz, huzursuz ve kesinlikle doyumsuz insanlar yapıyor. Hep bir fazlasına saldırma isteğimiz, aslında küçücük bir pencereye duyulan ihtiyaç. O pencereyi bulup açan herkes başı dönene kadar çekiyor temiz havayı ciğerlerine, özgürleşiyor. Veya sadece özgür olduğunu farz ediyor. İşte o esnada buluyor kendisini. Daha önceki insan bir başkası. Bilinçaltımızdakine ulaşmadan kendimizi gördüğümüzü söylememiz abartılı olur. Hayatımıza açılan o kutsal pencereyi ayna vazifesinde görevlendirerek, gerçeğe ulaşabiliyoruz ancak. Böylelikle anlıyoruz kim olduğumuzu. İyi miyiz yoksa kötü mü? İnsanların bize biçtiği rol o günden öncesinde kalıyor. Yani günlük hayatlarımızdaki konfor ve alışageldik “Aferin” leri sayesinde çoğumuz, usta bir katil veya cani olmadığını ispat edecek delile sahip değil. Bu da sadece bizi kalabalıklaştırıyor, hiçbir şeyden kurtarmıyor. Dedim ya, aslında her birimizin elinde görünmez silahlar var. Tetiği ne zaman ve ne için çekeceğimizse meçhul.

 

Ona ismini sorsalar söylemezdi. Cevap verirdi, herkes memnun olurdu, bütün kafalar eş zamanlı sallanır, tebessümler en cömert biçimde sunulurdu. Ama ismi her zaman bir yalandan ibaretti. Kendine ne isim koyarsa koysun, gerçekle alakası olmayanı vaat ediyordu ruhu. Fazlasıyla bonkördü yani. İnsanlar zengin olmadığını çok iyi bildiklerinden, bu cömertliği işlerine geldiği şekle dönüştürmekte zorlanmadılar. Herkes bir şey istedi kadından. Çalmadan, doğrudan isteyerek sundular körelmemiş arzularını. Tıpkı onun gösterişli güzelliğini sakınmadığı gibi, onlar da utanılacak heveslerini çok doğal bir şey istermiş gibi talep ettiler. Kadın “Hayır” dese bile bir değeri yoktu artık. Çünkü ondan yanıt bekleyen hiç olmamıştı. İsteyen istediğini söktü aldı. Kendi ağzınızla “Benim çok büyük bir zaafım var” derseniz, bundan istifade etmek istemeyen çok az kişi çıkar karşınıza. Kim bilir? Belki de bir kişi bile çıkmaz.

Karşısında muhtaç, zayıf birisini bulan bir insanın bunu fırsata çevirmemesi genellikle kısa sürelidir. Ufacık bir kıvılcıma bakar zaaflarımızın bizi yoldan çıkarması. Sonra gücün tadına varan ruhlarımız zorbalığı da hoş görür, vahşiliği de, caniliği de. Her seferinde doz arttırırız duygusal şiddete başvururken ve bunun sonu hiç yoktur. Kim daha kötüdür peki? Kendisini kötü olarak aleni biçimde teşhir eden mi? Yoksa iyi olduğu herkesçe kabul edilen birisinin zorbalığa kolayca alışması mı? Cevap basittir aslında. Bir insan için en kötü ve en zarar verici olan, karşısında duran önlem alamadığı kötülüktür. Öncesini sezemediğimiz bir şeyin bize verdiği zarar, gözle görülen karanlıktan kaçmamaktan çok daha beterdir.

 

Bir sinema filmi için görselliği elinin tersiyle itmek nasıl bir cesarettir hayal edin. Anlatıcının iki derdi olabilir, sinemanın en güçlü silahını kullanmaktan gönüllü olarak vazgeçerken. Birincisi, sinemada biçim kaygısı taşımadan, bağımsız bir anlatım biçimini tercih etmek istemiştir. İkincisi, izleyicinin güçlü görsellere yoğunlaşan dikkatinin, anlatmak istediği pek çok şeye ket vuracağını düşünmüş ve bu kaygıyı omzunda taşımaktansa, peşinen feda etmiştir görüntünün gücünü. Onun yerine hikâyeye odaklanır ve tıpkı planladığı gibi seyirci, anlatımı duyumsamak dışında meşgul olacak hiçbir şey bulmadığı için, filmi yudum yudum içinde yaşar. Ve tabii bu sayede, pekâlâ kuralsız da sinema yapılabileceğini ispat eder Lars Von Trier.

Cesaretinin mükâfatını alabildiği bir film Dogville, yönetmen koltuğunda oturan Lars Von Trier için. Olay örgüsü o kadar kusursuz işlenmiş ki, oyuncuların performansına takılı kalmıyorsunuz. Bilindik tüm kalıpları yıkarak, boş bir tiyatro sahnesinde çekilmiş film, hayal gücünüz kadar görsellikle baş başa bırakıyor sizi. Epey cömert yani. Nicole Kidman başrolde olsa bile, yönetmenin bu kadar baskın olduğu filmde, sadece vazifesini başarıyla yerine getirmiş, iyi bir oyuncu gibi duruyor. Film vermek istediği mesajı adım adım, sindire sindire veriyor ve finalde de her şeyi özetleyen sağlam bir vurguyla perdeyi kapatıyor. O kadar çok tiyatro havasındaki Dogville, film mi bitti yoksa perde mi kapandı, ona bile karar vermekte zorlanıyor insan. İşte bu kadar film, bu kadar tiyatro ve bu kadar sanat harici herhangi bir kaygı taşımayan, bağımsız bir yapım. O yüzden Dogville’i seyretmek, bizlere bir dizi sorumluluk yüklüyor diyebilirim. Sinemanın tüm klişelerine karşı sessiz sedasız yapılan bir eleştiri, makul görünümlü bir başkaldırı ve en çok da, işe kendisini yerden yere vurarak başlayan, sivri dilli bir dost o.

Evet, Dogville kendine has doğası ve kuralları olan küçücük bir yer. Hatta minimalize edilmiş bir yaşam ünitesi. Ama bu haliyle, yaşamın ta kendisi. Orada yaşayan insanlara bakıp, onları tanımadığınızı asla söyleyemezsiniz. Çünkü biz, hepimiz, Dogville sakinlerinin bolca günışığı görmüş, mükemmel birer kopyalarıyız. Size bunu ispatlayayım mı? Filmi izleyin, ondan sonra konuşuruz. Dikkatli ve keyifli seyirler diliyorum.