https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

18 Ağustos Anısına…

Birini öldürdüm. Bir adamı…

Bir arabanın giremeyeceği darlıkta bir sokaktaydı yüksek binanın olduğu ev. Eve biraz daha fazla bakabilmek için ağır ağır yürüyerek sokağı geçtim. Sokaktaki üç dört katlı beton binaların arasında yükselmiş; yıllarca bir yağmur, bir güneş derken kâh ıslanıp kâh kurumaktan kararmış, eskimiş, boyası dökülmüş, karşıma birden çıkıveren bina bana öyle tanıdık geldi ki…

Tül perdeleri hep kapalı evin. Öyle ya bir evin perdeleri kapalı olmalıydı tıpkı rüyalarımda gördüğüm gibi açık olup ayyuka vermemeliydi kendini. Kapısında ne okula giden bir çocuk ne el ele tutuşup çıkan bir eşe rastlamadım. Akşamları odaların ışıklarının yandığını gördüm. Ne zaman yapıldı, kimler dikti bunu buraya kimler yaşadı, hatta yaşlandı mı, şimdi kimler yaşıyor, kaç el değiştirdi, kaç odası vardı ki yetiyor muydu nefes almalarına, bilmediğim yeni dikilmiş bina oracıkta duruyordu.

Sanki bu binanın kapısından defalarca girmiştim. Kaç sevişme, kaç kavga, kaç kavuşma, kaç ayrılığa şahit oldu kim bilir dediğim, kaç doğum görmüştür, kaç tabut çıkmıştır kapısından diye düşündüğüm devasa büyük binada sanki çocukluğum geçmişti. Sanki ben bu evde büyümüşüm, odalarının birinde bir koltuğa uzanıp düşler kurmuşum, şarkılar mırıldanmışım, sırlar biriktirmişim, yemek pişirmişim, perdeyi aralayıp sokağa bakmışım, sofra örtüsünü silkelemişim, yürürken yere çok sert basıyorum diye ayağım çıplak yürümüşüm kimse rahatsız olmasın diye  usul usul yürümüşüm koridorları, çıkmışım, balkonuna oturup aşağı da ki havuzu izlemişim bahçenin yeşiline bakmışım. Yüklüğe döşek, yorgan yığmışım, bir köşeye oturup öyküler yazmışım, bir komşuya kahve pişirmişim. Evin bütün seslerini duymuşum; cama vuran yağmur damlaları, pencereyi araladığından üfüren rüzgârı, paslı menteşelerin, kapanmayan kapıların iniltisini…

Balkondaki çiçekler bile tanıdık. Benim dikip suladığım, sevdiğim, büyüttüğüm, sağa, sola uzansın, aşağılara sarksın istediğim, kırmızı, mor, mavi, beyaz; kimi narin, kırılgan, kimi cüretkâr, arsız, güzel kokulu çiçekler…

Birini öldürdüm. Bir adamı…

Sokağa girdiğimde bir kadınla bir adamın kaldırımda karşılıklı durduklarını gördüm.

Kadın sigara içiyordu. Sigaranın dumanı tül gibi uçuştu, telaşla yükseldi, dağılıp kayboldu. Dumanı izlerken evin geride kaldığını, önünden pencerelerine bakamadan geçtiğimi fark ettim. Yanlarından geçerken, adam bakışlarını yere dikmiş, duvar gibi geçit vermez bir sesle, beni arama dedi kadına. Kadın gözlerini kırpmadan adama dikkatle baktı. Yüzünde hüzünle karışık belli belirsiz bir gülümsemeyle, ben de seni seviyorum dedi. Adam başını kaldırıp kadına baktı. Bakıştılar. Dayanılır gibi değildi. Hızla yürüyüp uzaklaştım yanlarından. Sokağın başka bir sokakla kesiştiği yerde durup onların gitmesini bekledim. Ağır adımlarla yürüyüp ikisi ayrı sokaklara girip uzaklaştılar. Geri döndüm. Evin önünden her geçişimde bir odasını düşledim. Zor günler için biriktirilmiş üç, beş liranın hangi odada, hangi eşyanın arasında beklediğini, ucu yanmış mektupların saklandığı sandığın hangi odada durduğunu, hangi mektuba göz yaşı döküldüğünü, hangi söze bir kapının hızla kapandığını, borç para bulmak için hangi komşunun kapısının çalınacağına hangi basamakta karar verildiğini, akşam güneşinin hangi eşyaların üzerine düştüğünü, hangi eşiğin daha yüksek olduğunu, tavandan akan yağmur sularının hangi odanın tavanında iz bıraktığını, hangi odadaki perdenin diğerlerinden farklı bir anısı olduğunu, hangi odadaki çiçeklerin daha güzel koktuğunu…

Birini öldürdüm, bir adamı…

Elleri cebinde, tam karşısında durmuş, yüksek binadaki eve bakıyordu. Balkondan aşağı sarkan çiçeklere acık çamdan savrulan perdeye… Akşam güneşinin vurduğu köşedeki sandığı görmesini istemedim. Ben birini öldürdüm, o ölürken kendi üzerime döktüğüm toprağın farkına varmadan…