https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Şule Gürbüz, sanat tarihi ile İspanyol Dili ve Edebiyatı eğitiminin yanı sıra felsefe eğitimi de almıştır. Bunun yanında pek çokları için ilginç sayılabilecek bir işi daha vardır sevgili Şule Gürbüz’ün: Saat Ustalığı. Saatlere olan ilgisinin felsefe ile birleştiği noktada çıkmıştır belki de Zamanın Farkında kitabı. Kitap beş öyküden oluşmaktadır.  Adını “öykü kitabı” olarak ansak da türlü içsel konuşmalar ve sorgulamalar barındırması sebebiyle bazı noktalarda öykü olmaktan çıkıp birer deneme yazısına dönüştüğümü söylemek çok da yanlış olmaz.

Zaman, en basit haliyle, bir eylemin geçtiği veya geçeceği süre olarak tanımlanabilir. Zaman, belirli ölçülerle ifade edilen nesnel bir olgu gibi gorünse de  içinde pek çok öznel değeri barındırabilme özelliğine de sahiptir. Bildiğimiz anlamda zaman tanımının dışına çıktığımızda psikolojik zamanla karşılaşırız. Psikolojik zaman, insanın algılama biçiminden etkilenen zamandır. İyi geçen zamanlarımızın çok hızlı ve aniden bitmiş gibi, kötü ve sıkıcı geçen zamanlarımızın ise işkence derecesinde uzunmuş gibi hissettirmesi psikolojik zaman tanımlamasına örnek olarak gösterilebilir. İşte Zamanın Farkında, bizi bu iki zaman kavramının arasında gelgitli bir iç sorguya tabi tutar.

Kitabın ilk öyküsü olan Müzik Hocası; uzun süre boyunca müziğe yeteneği olduğunu düşünen ve yıllar geçmesine rağmen hâlâ varmak istediği noktada olmaya bir adım bile yaklaşamamış, kendini artık yetersiz gören, yolunu kaybetmiş bir kişinin zaman dehlizinde salınmasından oluşur. Öyküde müzikle alakalı bazı grup isimlerinin, terimlerin geçmesi ve öykünün tek bir kişinin iç konuşmalarından oluşması okumayı biraz zorlaştırsa da, eğer sabredebilirseniz, tadını aldığınızda aklınızdan hiç çıkmayacak bazı sorgulamalarla karşılaşabilirsiniz:

“Yaş geçip,acı yerleşip, ithallerinden kurtulup, sahicileşip, tat kekreyip, surat buruşunca bir şeye dönüşemeyen acı artık ancak, sadece, yalnızca gerçeğe dönüşüyor. Dünyada kimsenin, ama kimsenin aslını istemediği, görmemek için her şeyi yapabileceği, kopyası en değerli şeye; gerçeğe.”

“Ben niye olamadığımı görmeye geldim de, niye olamadığımı görmeden mi gideceğim?”

“Solmak, kendiliğinden soluvermek bazen ne güzel, koklanmaktansa unutulmak ne güzel, acaba hazine denilen bu mu, olup da, hüküm sürüp de, bilinememek mi?”

İkinci öykü Cansın, anne ve babasının kafasındaki ideale bir türlü erişememiş , erişmeyi hiçbir zaman da istememiş olmasından kaynaklı iç bulantı ile dolup taşan genç bir karakterin konuşmalarından oluşur. Cansın, anne ve babasının İngilizce özentiliğinin içinde kaybolup gider. Öykünün bir bölümünde  Dostoyevski’nin  romanı Netoçka Nezvanova’dan bahsedilir. Kitabın İngilizce halini anlamaya çalışan Cansın, bir süre sonra kitaba o kadar sinirlenir ki onu evin parkelerinden birinin altına saklar. Her gelip geçişinde büyük bir hırsla üzerinde zıplar. Kendisini adeta kayıp bir ruh gibi tanımlayan Cansın’ın okumaya çalıştığı bu kitabın İngilizce çevirisi “Nameless Nobody” yani “ İsimsiz Hiçkimse”dir. Kitabın bir kızın ilk gençlik yıllarını anlatması ve Dostoyeski’nin Sibirya’ ya gönderilmesinden dolayı tamamlanamamış olması, Cansın’ın genç yaşına rağmen kendi varlığını bir hiç olarak tanımlamasıyla ilişkilendirilebilir. Bu öyküde  bir de İngiliz filozof  Bacon’ı hatta ona ayrılan özel bir “Bacon’ın Cehennemi” bölümü görürüz. Bacon’ın zamana bakışı ise, cehennemden bu dünyaya doğrudur:

“Zaman ıstırap demek, ıstırabı çok çekmeyeyim diye herşeyin üzerinden en ağırlığı ile geçişine göz yummak, sessiz kalabilmek, gördüklerini görmek ama sadece görmek demek. Zaman, bir algının acısından ve yetersizliğinden başka ve daha derin bir algının acısına uzanan yoldaki yolcunun mevcudiyeti demek, yürüyen, önünü görmeyen, görmesinin imkanı olmayan demek. Önüne çıkanı değerlendiren ama ne çıktığını o gözden kaybolduktan sonra anlayan demek.”

Üçüncü öykü Mezarlıktan Geçiş, Leyla adlı karakterin iç dünyasınından zaman yolculuğuna devam eder. Leyla, dine inanan bir kızdır ve sürekli evleneceği adamla ilgili dualar eder. Bir gün yakın bir arkadaşı ile gittikleri bir dükkanda gençten bir adam kendisine doğum haritası çıkarır. Doğum haritasına dayanarak otuz beş yaşından sonra hiç hayal edemeyeceği bir yere ulaşağı rivayet edilir. Leyla tüm hayatını bu özel ana göre devam ettirir; ancak bu özel an hiç gelmez:

Gençlikte insanın içi bomboş olduğundan içine ne düşse büyük gürültü çıkarıyor elbet.”

“Zaman akar mı, durur mu, içinden mi geçilir, tümüyle dışındadır da uzaktan ya da kenarından mı bakılır?”

“Zaman ne hızlıdır ne yavaş, getireceğini getirir, diyerek kendine sakin bir bekleme odası addetti.”

Dördüncü öykü Mutfak’da; mutfağı kendine mesken edinmiş, farklı şeyler yapmak istese de gelenekçi aile yaşantısına ısrarla devam etmiş, tüm zamanını bu şekilde harcamış Çakır’ın hayatındaki zaman algısını anlatır. İlk başta bakıldığında neden yapmak istediklerini yapma şansı varken bunu bir kez olsun denememiş olduğu sorusu ile karşılaşılır. Şule Gürbüz bu karakter hakkında bir röportajında şöyle der:

Mutfak hikâyesindeki kadın o evden çıkmayarak, aklından geçenlerin hiçbirini yapmayarak, tahammül ederek kahraman oluyor; çıksa herkese karışsa bulunduğu yerdeki taşlaşmayı terk etse böyle bir anıt olamayacak.”

Son hikaye Zamanın Farkında, Aslan Bey adlı karakterin kendisine ayna tutmasından oluşur. Kitabın belki de en sabır gerektiren öyküsü bu olabilir. Uzun ve karmaşık sayılabilecek cümleler, karakterin ruh halinden kaynaklanan iç sorgulamanın da dışında yer yer şizofrenik bir sohbete dönüşen sayıklamalar, öyküyü okurken sık sık durup, sindirip, yola yeniden devam etme gerekliliği doğurabilir. Bu öyküde Jack London’ın Martin Eden’ine, Borges’in Yolları Çatallanan Bahçe’sine de karakter aracılığı ile göndermeler yapılır. Cansın öyküsünde Bacon’ın denemelerinin küvetteki suda eritilmesi ve Dostoyevski’nin Netoçka Nezvanova’sının parkenin altına saklanması gibi bu öyküde de Borges’in kitabı köprüden fırlatılarak yok sayılır. Burada yok sayılan zaman mıdır? Borges mutlak bir zamana değil, “sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanan” ve ağ gibi etrafımızı ören  zamana inanıyordu. Borges zamanın belki de sezgisel tarafındaydı. Aslan Bey’in kitaptan kurtulduğunda rahatlamasının sebebi de bu olabilir mi?

Şule Gürbüz, sadece zaman hakkında bir kitap yazmadı. Karakterler pişmanlıkla hayatlarının geçmiş zamanlarına dönüp bakar gibi gözükse de bana kalırsa pişman olduklarından değil, zamanın üzerinde ileri ya da geri hareket etmeyi kavradıklarından, kendileri için zamanın ne anlama geldiğini farkında vardıklarından, peki sonunda dek kavramak mümkün mü, elbette değil, sonsuz tane zaman var:

“Zaman bir şeyleri anlama mesafesi ise anladıkça fark ediyorum ki yaklaşıyorum, ama her anladığımla da mesafe açılıp erişilmez bir uzaklığa kaçıyor ve bana bir yakınlık duyurup uzaklığı veriyor. Ama zamanın ve mesafelerin farkına varacakken aniden uzaklaşmaları, beni fırlatıp atmaları, önce yakınlığı bulmamı öğütlüyor biliyorum, bu kadarını biliyorum, fazlasını da biliyorum ama yapamıyorum. Hiçbir şey yapamayıorum.”

 

Kaynaklar:

Çağlayan Çevik, Zaman Değil İnsan ve Halleri Önemli, (Şule Gürbüz Hürriyet Gazetesi röportajı)

Borges, Yolları Çatallanan Bahçe, Çeviri Fatih Özgüven, İletişim Yayıncılık Nisan 1995, syf 46