https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Birkaç yıl önce kitaplığıma baktığımda şunu gördüm: Kadın yazar sayısı çok azdı. Kendi kendime acaba neden böyle bir eksiğim var, diye sordum. Türk edebiyatında ruhuma dişe dokunur izler bırakan kadın bir yazar bulamamış mıydım o zamana dek? Neden adını onca duyduğum halde Tomris Uyar’ı denememiştim örneğin? Herkes onun adına yazılmış İkinci Yeni şiirlerinden söz açarken hiç mi merak etmemiştim onu? Tomris Uyar ile tanışıklığım işte o günden sonra başladı. Önce onu anlamak zor geldi, yadırgadım. Ağdalı bir dil kullanmasından ötürü de değil, anlattığı öykünün içine küçük ipuçları koymasından. Sevgili Tomris Uyar’ı okuyacaksanız çok dikkatli bir okuyucu olmanız gerektiğini ve ancak o zaman tadına varabileceğinizi bilmelisiniz.

Otuzların Kadını, Tomris Uyar’ ın annesinden söz ettiği bir öykü kitabıdır. Sekiz bölümden oluşan bu kitap, yazarın nadiren yaptığı bir yöntemle açılır. Tomris Uyar genel anlamda kendisini gerçek bir karakter olarak öykülerinin içine sokmazken giriş bölümü olan Pentimento’da annesinin portresine bakarak bu kitabı yazmaya başlama hikayesini ve hislerini konu alır. Pentimento, bu kitabın anahtar kavramıdır. Anlamı, bir tuvalin üzerindeki resmin, daha önce yapılanlara geçit vermek üzere açılması ve eski görüntülerin ortaya çıkmasıdır.

Pentimento bölümünün içine girdiğimde karşıma otuzlu yıllarda varlığını duyuran isimler çıktı, oysaki ben “Otuzların Kadını” deyişinin sadece otuzlu yaşlarla ilgili olduğunu sanmıştım. Bu bölümü okuduktan sonra hemen bahsi geçen isimlerin portrelerini tıpkı kitapta olduğu gibi yan yana koyarak inceledim ve kendimi Tomris’ in annesinin portresinde nasıl durduğunu, bakışlarının nasıl olduğunu hayal ederken buldum:

“ Alt çerçevesi boyunca dizilmiş küçük portrelerde Colette, bıçkın kız tavrıyla, erkek giysileriyle bir iskemleye yan ilişmiş sigara tüttürüyor. Anna Pavlova, Yusufçuk bale giysisiyle parmak ucunda yükselmiş. İkisi de,  Otuzların Kadını gibi sola çevirmişler başlarını ve bakışlarını. Virginia Woolf ile Sarah Bernhardt’sa, omuzlarının üstünden, hüzünlü gözlerle sağ köşeye dalıp gitmişler. Altlarındaki sarı dalgalarla yarılmış çırpıntılı deniz, tetikte.”

Kitabın ikinci bölümü olan “ Otuzların Kadını”  duvardaki portrenin nasıl yapıldığının hikayesini konu alır. Nam-ı diğer Otuzların Kadını, evlenmeye karar verdiği gün kendi portresini çizdirir. Bu bölüm sayesinde portre çizilirken onun üzerine geçirdiği elbisenin de detaylarını öğrenir, iyiden iyiye kafamızda canlandırırız.

Üçüncü kısım olan Sapsarı Bir Dönüş Yolu, iki kadının trende karşılaşmasını anlatır. Burada öykü karakteri olarak Tomris Uyar yine kendisini kullanır, ancak kesinlikle adını tam olarak sarf etmez. Bölümün başında yazarın annesi ile bir kadının karşılaştığını zannedilse de bir süre sonra aralarında geçen konuşmanın seyrinden bu kişinin Tomris Uyar’ın ta kendisi olduğu keşfedilir:

 

“-Çok mu benziyoruz birbirimize?

-Oldukça. Yine de o çiftlik evine gelin gitmeden, nişanlık döneminden önce çekilmiş bütün fotoğraflarının arkasına “Veda…” diye yazmış. Nişanlıyken bir ara gittiği çiftlikte çekilenlere de “Elveda.” Bir önsezi gibi.

-Galiba ben onun kadar cesur değilim.

-Onun ne kadar cesur olduğu su götürür, ama hiç değilse ürkekliğini bir yıla sığdırmayı başarmış.

-Benimki fazla uzun sürüyor değil mi?

-Üstelik daha kısa sürmesi gerekirken. Arada bir buçuk kuşak fark var, devralınan deneyimler var. Daha önemlisi o, boşanma kararını daha tutucu bir toplumda vermiş.”

Trendeki kızıl saçlı kadınla Tomris’in boşanma ile ilgili yaptığı bu söyleşide, yazarın annesinin ilk evliliğinin bir yıl sürdüğünü öğreniyorum. 1936 yılında boşanmış bir kadın olmak nasıl bir şeydir, bugün de toplumsal açıdan aynı şekilde yadırganıyor mu, düşünürken buluyorum kendimi. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin konuşulduğu bu günlerde görüyorum ki üzerinden çok zaman geçmesine rağmen durum pek de değişmiş değil. Örneğin, bir aile dostumuz yirmi yıl süren evliliğin sonunda mahalleliler kötü gözle bakmasın diye boşanmış olmasına rağmen nikâh yüzüğüne benzer bir başka yüzük takmayı uygun bulmuştu.

Kitabın bir sonraki hikayesi trendeki kızıl saçlı kadının hayatından küçük bir kesit ele alır. Bu bölüm kendi içinde ikiye ayrılmaktadır. Birincisinde diğer tüm anlatılardan farklı olarak ikinci tekil şahıs anlatımı göze çarpar, bu anlatım şekli bizi kadının içsel hesaplaşmalarına ortak eder. Bölümün içindeki ara ara tekrar edilen ve gitgide tasviri genişletilen bir tek cümle anlatıma şiirsellik katar:

“Bir cumartesi olsa gerek.” “Bir cumartesi öğlesi olsa gerek.” “Bir cumartesi öğlesinin yağışsız saatleri olsa gerek.” “Bir cumartesi öğlesinin yağışsız saatleri olsa gerek. Güzbaşında.”

Tekrarlı cümleleri bizi günün “ cumartesi” olmasına odaklar ki bu durum kadının cumartesi günleri işten döndükten sonra bile yapayalnız kaldığı duygusunu içimize kazır. Kızıl saçlı kadın eve döndüğünde kapıda kim tarafından bırakıldığını bilmediği bir demek çiçekle karşılaşır. Fal adlı bu hikayenin ikinci kısmı karakterin bu merakını gidermeye çalışırken kendiyle konuşmalarını ele alır:

“Su serinlemişti. Bütün bu ayrıntıların, eski yüzlerle seslerin, soruların silinmesi için duşa bastı. Gelgelelim basınçlı su, belirsizliklerin daha da koyulmasına yarıyordu ancak. İlk indirilişinde verdiği somut acı, son anımsanışındaki soyut acıya oranla solda sıfır kalan bir şamar.”

Bir sonraki hikaye olan Gelgit, Otuzların Kadını’nın eşinden bir kesit anlatır. Yazar, bir eşin gözünden Otuzların Kadını’ nın kim olduğunu, dönemin kadına bakışını öğrenmemize olanak tanır:

“ Lakin özgür, modern kadın, ufak tefek para hesaplarıyla uğraşmazdı ki. Özgür kadın, erkeklere- ister babası, ister kocası, ister aşığı olsunlar- kendisi gibi bir dişiyle karşılaşmayacaklarını mütemadiyen hatırlatırdı.”

“Halbuki maksadı, şevkatsiz bir aile muhitinde yetişmiş,ilk evliliği talihsiz geçmiş, ikinci kocasına hastalığı sırasında elinden geldiğince bakmış genç bir kadını mesut etmekti, o kadar.”

Bölümün sonundaki sıkışmışlık algısı bu evliliğin de iyi bir dönemece ayak basmamış olduğunu gösterir niteliktedir:

“ Eski şeylerin hepsine veda etmek istiyorum. Ben de Perulu dev gibi güney denizlerinin ormanları içine kendimi gömmek, istediğim gibi yaşamak istediğim gibi sevişmek, istediğim gibi şarkı söyleyip yok olmak istiyorum.”

Tomris Uyar, bazı öykülerin sonlarında okuyucular için kısa notlar hazırlar, gün dökümlerinden alıntılar yapar ve anlatımın açısını değiştirir. Bu hareketli anlatım, hem Otuzların Kadını’nı hem de bu kitabı yazarken sevgili Tomris Uyar’ın neler hissettiğini, dönemin siyasal ve sosyokültürel olaylarını öğrenmemizi sağlar. Nitekim Gelgit adlı bölümün peşi sıra gelen Pençe’den sonra “öyküye ilişkin bazı notlar” da bulunan bilgiler buna kanıt olacak nitelikler taşır:

“ Toplumun her kesiminde her alanda yürütülen düzeysiz rekabet, en kolay ve ilkel çıkışını cinsellikte buldu. Erkeklerle kadınlar, aslında kendilerinden üstün gördükleri hemcinslerini altetme adına onların eşlerini ya da sevgililerini ayartma çabasına giriştiler. Geleneksel değerleri çiğner gibi görünmemek, ciddi bir bedel ödememek için de mekan olarak ev-içlerini seçtiler. Rakiplerinin sayısını azaltarak cinsel çekiciliklerini güvenceye aldılar.”

“Otuzların Kadını, bu curcunaya tanıklık etmiş, ne yazık ki yalnızca kendisini korumuş, sesini yükseltmemiş bir İstanbullu olarak gülümsüyor resimde. İki kıyısı hafif bir soruyla kıvrık üst dudağının tam ortasını koyu bir ruj kalemiyle aşağı çekmiş: Ben, benim. Benim yaşadığımı bilemeyeceğine göre toplumsal gözlemlerini de kendine sakla. Bana analık etmeye kalkışma!”

Kitabın bir sonraki hikayesi Alatav, bir okuyucunun içten bir mektubu etrafında öyküleştirilmiştir. Yazar bunu “ henüz tava gelmemiş toprak, yani alatav” olarak yorumlar. Öyküdeki yazar bir yandan mektubu okurken bir diğer yandan yabancılık hissettiği bu şehirde aradığı sokağı bir türlü bulamayışına içerler. Neredeyse tümüyle insan elinden çıkma bir yaşam ortamı olan kent, ürünü olduğu ve şiddetlendirdiği, yeniden ürettiği toplumsal bölünmeler yüzünden, insanı en çok dışlayan ve ona en yabancı ortam olarak kendini gösterir.

Son kısım olan Çivi, Otuzların Kadını’ nın son zamanlarını ve ölümünü konu alır. Babasını kaybetmesinin sorumluluklarını arttırdığını, mutsuzluğunu bu kısımda öğreniriz. Örneğin, kızı ile yaşadığı bir ikilemi eski kocasına sormak ister, fakat yanıt alamaz. Ateşli bir şekilde bir mitinge katılacağını söyleyen kızıyla ilgili duyduğu endişe onu buna itmiştir.

Tomris Uyar, Otuzların Kadınının öyküsünü belirli bir tarihsellik ve aynı zamanda güncellik kaygısıyla yazmıştır. Tomris bir söyleşisinde bu kitabı bir çeşit “ anneye duyulan özlem” hissi ile yazmak istemediğini, “ yaşamış bir öykü kişisinin yaşamındaki kilometre taşlarının altını çizme gereği duyduğunu” dile getirir. Nitekim yazar, kitap boyunca hiçbir bölümde annesini güzellemez, aksine onun yaşadığı dönemin renklerini, kokularını, seslerini, mekanlarını belirleyerek dış dünyadaki siyasanın, iç dünyasını nasıl etkilediğini anlatmaya girişmiştir. Kitap boyunca Otuzların Kadını’na yaklaşır ve çekilir, açı ve tempo değiştirir. Füsun Akatlı’ya göre, dünden bugüne gidiş gelişlerle gerçeği yeniden kuran bu hikayeler toplamı kurgulamanın yanında- ve hatta önünde- açımlama ve çözümleme yordamları ile okuyucuyu karşı karşıya getirir.

Kaynaklar:

Tomris Uyar Öykücülüğünde Toplumsal Gerçeklik ve Biçimsel Arayışlar, Ayşegül Nazik, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Siyasal Bilimler Enstitüsü, ( sy 55- 56)

İzmir Büyükşehir Belediyesi Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi, Haberler, 7 Nisan 1993