https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Yazı-Yorum Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisinin söyleşi konuğu, Bir Küçük Delilik ve Dış Kapının Mandalı adlı öykü kitaplarının yazarı Arzu Uçar.

Korku size neyi ifade eder? Öykülerinizin büyük çoğunluğunda korku teması yer alıyor. Yazarken kendi korkularınızı da karakterlere yansıtır mısınız?

Bir Küçük Delilik’te yer alan Korku isimli öykümde karakter şöyle diyor: “Korku, geceyi artıran bir şey.Korkunun getirdiği karanlık büyüyor gecede.” Bu öyküde köpeklerden korkan bir adamın bu korkusu sebebiyle yavaş yavaş akli dengesini kaybetmesini, bu korkunun sosyal çevresindeki yerini sarsmasına kadar giden olaylarıbaşlatmasını anlatmıştım.Kitap boyunca aşk acısının, ölümlerin, kayıpların, sahip olunamayan isteklerin karakterlerin dengesini bozarak, onları nasıl hasta ettiğiyle ilgilendim. Korku da bu tetikleyicilerden biri yalnızca ama en önemlilerinden biri. Çünkü yazarken bütün öykülere kendi korkumu bulaştırıyorum, bir daha nitelikli bir öykü yazamayacağım korkusunu.

Öykülerinizde karakterlerin “ben olmasam ne değişirdi?” sorusuna cevap ararken buluyoruz. Peki bu soruyu hiç kendinize sordunuz mu?

“Ne mutlu hiç doğmamış olana,” sözü son yıllarda varlık mefhumu ile ilgili her düşündüğümde gelip yerleşiyor kafama. Bunda ilerleyen yaş ve çocuk sahibi olmakla ilgili geçen konuşmaların da etkisi büyük.Şöyle bir şey yazmışım defterime bir vakit: “Hayatı sevme hastalığı var bende. Kimsem yokken eşyaya sarılıyor, pencereden aceleci bulutlara gülümsüyorum. Ölsem ruhunuz duymaz; ölmüyorum da.” Bu örneği şunun için verdim:mutsuz, depresif, sürekli acı çeken, sinirli bir hâl içinde sürdürmedim hayatımı bu yaşıma kadar; karakterimi belirleyen özellikler bunlar değil en azından. Tersine, bulunduğum ortamda ve durumda “Nasıl mutlu olabilirim ve çevremdekilere bunu nasıl yansıtabilirim,” arayışı içinde oldum hep. Buna rağmen, özellikle, hepimizin hayatında az ya da çok kendini hissettiren anksiyete ile sıkça boğuştuğum zamanlarda, en başta bahsettiğim cümle daha sık hatırlatır oldu kendini. İçine doğduğumuz şartlar ne olursa olsun, bir şekilde yaşlılık, ölüm, hastalık gelip bulacaksa bizi, birilerinin gidişine üzülüp, kendi gidişimizle bizi sevenleri üzeceksek, hiç var olmamış olmak daha iyi bir seçenek olmaz mıydı?

Öykülerinizi okurken kimi an arkadaşımı, kimi zaman yan komşumu ya da kendimi görür gibioldum. Hikayelerinizi gerçek yaşamlardan esinlenerek mi yazarsınız?

Yazmaya oturmadan önce çoğunlukla yaşadığım ya da dinlediğim bir olayın etkisinde kalmış oluyorum. Nadir de olsa tanıştığım bir insan da beni yazmaya itebiliyor. Bir süre olay ya da karakter dolaşıyor kafamın içinde. Yaşamın sahiciliğinden çıkıp başka bir sahicilik kazanıyor kafamda. Olayların mekânları, sesleri; insanların yüzleri değişiyor. Gerçeklik paramparça olup yeni bir gerçeklik kazanıyor. Olan biteni neden olduğu gibi yazmıyorum peki? Bunun iki sebebi var. Birincisi kafamda bir hikâyeyle dolaşmak çok hoşuma gidiyor, sürekli onunla yatıp kalkmak, ona hayalî şeyler katmak ve onunla oynamak. İkincisi ‘artık yazabilirim, yeterince olgunlaştı’ dediğim noktada kalem bambaşka bir yere götürebiliyor beni. Ve gerçeklik bir kez daha parçalanıp başka bir görünümle çıkıyor ortaya.

Öykülerinizdeki karakterlere isim verirken anlamlarına dikkat eder misiniz?

Her öykünün ardında, etkisinde kaldığım bir hikâye ya da kişi olduğundan bahsetmiştim. Öykü isimleri de bu olaylardaki kişilere ya da etkilendiğim karakterlere göre şekilleniyor. Birebir aynı isimleri kullandığım ya da küçük değişiklikler yaptığım da oldu. Bunun haricinde film, öykü, roman, oyun kahramanlarının isimlerini de kullandığım oluyor. Mesela Ophelia’nın Beklenen Doğumu’nda, Çehov’un Martı’sı ve Ali Berktay’ın Kerbela oyunu öykünün zeminini oluşturuyordu. Karakterlerim de Nina ve Hüseyin adında bir çiftti.

Dış Kapının Mandalı öykünüzde bütün yolculukların sonu yalnızlığa çıkıyor. Günümüzün en büyük çaresizliklerinden biri de kalabalık içinde insanların kendini yalnız hissediyor olması. Peki siz yalnız mısınız?

Ben “yalnızlık” konusuna biraz farklı yaklaşıyorum.Dış Kapının Mandalı’ndakiöyküleri yazarken yalnızlıktan ziyade varlığıyla bir şeye, bir başkasının hayatına dokunamama durumundan yola çıktım. Bu biraz da deney gibi bir şeye dönüştü yazarken; gerçekten bir başkasının hayatına etki etmeden sürdürebilir miyiz varlığımızı? Bunun yolu hiçbir şey yapmamaktan mı geçer, kendimizi bir eve, bir yere kapatmaktan mı? Varlığımıza başkaları olmadan, onlar için ya da onlarla bir şey yapmadan anlam katabilir miyiz?