https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Bak karanlık bir gündüz daha bitiyor ve akşam yine erken iniyor mapushaneye. Yedi kol demiri yedi kapıya iniyor Ahmet Arif’in tabiri ile. Mezar yüzlü bir gün batımı ve kana buladığı uzak bir gökyüzü. Öyle bildiğin uzak değil, imkânsız olanından hani. Güneşle birlikte batırdığı canları geri vermez. Yok şakası. Namussuz, kanunsuz, yarınsız bir gökyüzü. Parça parça, lime lime etler gibi koparılıp çürümüş kıpkırmızı bulutlar… Bilmez tabii dışarıdaki, içeridekiyle bir mi? Üzerine yıkıldıkça daha da büyüyen kule suretli dev duvarların insanı nasıl küçülttüğünü, toz parça ettiğini nerden bilsin ki. İş kan kırmızı gökyüzüyle bitse iyi. Asıl mesele o kanlı, anaforlu bulutların altında olan biten işler.

Korcan’ın kitapta anlattığı mahkûmiyeti dört duvar arasında olmak mı sanırsın beyim. Asıl mahkûm kişi cevapları susturulandır. Asıl özgürlük sana cevap verebileceğin insanca sorular sorulmasıdır. Cahil bildin onları mahkûm dedin, insan yerine koymadınama yanıldın bilki. Her insan tok olduğu kadar insandır biraz da. Cahil olmak ne ki?Sen tiril tiril takım elbiseler içinde karnın tok gezerken en kolay birşeydir insan olmak. Ama karnın bir aç kalsın bakalım mapus damında o zaman görelim senin insanlığını. Marangoz hızarı gibi döndükçe doğrasın seni dilik dilik o yelkovan. Hele bir tat bakalım zaman kılıcının keskinliğini. İnsanın kabuğunu soyar soyar da acıdan hissetmez olursun; dakikada dört bin devir vuran elmas uçlu freze çakısı gibidir zamanın işkencesi… Neye yanasın! Canının artık acımayacak kadar insanlıktan çıktığına mı yoksa lime lime koptukça bir türlü tükenmeyen, bitmeyen gövdendeki etlere mi? Paçavraya dönmüş gövden tükendi diyelim. Ruhun girer devreye. Asla mahkûm edemediğin hani. Gövden ne kadar küçülürse, ruhun o kadar büyür mapushanede. Ölümsüz olan ruh var ya. Ta kendisi. Büyür de zincir zincir, yankı yankı, koğuş koğuş yeniden doğurur gövdeni ve isyanını.

Yankıları tel örgülü yüksek duvarları yıkıp tarihe taşan bir isyanın çığlığıdır Korcan’ın cezaevini anlatan eserleri. Kitaplıkta sessiz durur. Ama kendi vakur sessizliğinden onu çekip çıkarma bir kere. Daha üçüncü sayfada ellerin tutuşur… Neyin yangınıdır bu? Tek dişi kalmış medeniyetin yok eden yangını değildir elbet. Kül kalabalığı da değildir. Hele bol sirkeli laf salatası hiç değil. Edebiyatın ve sanatın üstün gücüdür. Budur yıllar sonra halen okunmasının sebebi. Alevinin tarihe taşan aydınlığıdır.

Bilemedin beyim, bilemedin. İlim sahibisin ama irfan sahibi değilsin anlaşılan. Deden adını ‘Arif’ koymamış iyi ki. Kalın kitapları okumuşsun okumuşsun da hep renkli yerinden görmüşsün alacalı peyzajları.Dedik ya varsın gökyüzü kana bulansın. Varsın güneş seni görmezden gelsin. Sen aşağıda olan bitene bak. Yok yok oraya değil. Cezaevinin gözetleme kulesinde nöbet tutan askerler onlar. En günahsız olanlar. Onları boşver daha aşağı bak. İnsanlığın dip yaptığı yere bak. Tel örgülerin arkasındaki duvarları yosun, içi küf tutmuş binaya bak. Işık girmez, minik, göz göz pencereleri ile sana bakan şu gamhaneye bak.

Dinle içeriyi. Kerim Korcan fısıldıyor beyim. Kitap boyunca her kelimeyi cehennem fırınlarında ıslah edilip sertleştirilmiş 38’lik beton çivisini çakar gibi çakıyor okuyanın zihnine. Hatta kitabın kendisini de büsbütün bir çivi olarak görebilirsin. Çünkü sürükleyici. Şimşek gibi tek vuruşta okunur. Çakıyor ki unutulmasın güneşli yarınların aldatıcılığında. Sızım sızım sızlasın vicdanlarda. Çakıyor ki görülsün tutuklanmış tarihin kara perdesinden sızan taşkın ışığı. Kendisi de on sene içeride yatmış. Biliyor ki hapishanenin romanını yazan adam. Adapazarlı bir saat tamircisinin oğlu. Tatar Ramazan efsanesinin de yaratıcısı, bilmezsin belki. Eserleri sinemada tiyatroda oynatılmış, romanları basılmış defalarca. Kitap Arap Kadir isimli mahkûmun tasviri ile başlıyor. Koridorlarda yankılanan ayak seslerini duyuyor musun şimdi?

“Loş koridorların öksüz karanlığından, biraz da salına salına kara yılanlar gibi süzülerek gelirdi… Sevinçliyse eğer yıldız gibi par par yanardı gözleri; kederliyse küflü bir bıçak olur, ok gibi aniden gider saplanırdı bir noktaya. Düzce bir çizgide olurdu bazen de adımlar; her an çekilecek kama gibi dimdik dururdu kınında… Voltasını kimseye kestirmezdi alimallah. Saat rakkası gibi hiç şaşmazdı sınırını. Daima belli bir yerden volta geçer, bin kere gidip dönse, adım adım gene hep aynı noktaya gelirdi.”

Beyim kıldan ince boynumuzu büküp bir ricada bulunsak senden. Şu tokmağı bir kez olsun bizim başımıza vurmak yerine kendine değdirsen. Sen de bizim en azından insan olduğumuzu bir kabul etsen. Belki o zaman cezayı bile insanca çekmemiz gerektiğine inandırırız seni. Korcan’ın edebiyatının özü budur işte. Mahkûmların da bir insan olduğunu hatırlatmak. Senden de ricamız budur.

Bak usta yazar kitabın girişinde biz okurlara nasıl özetliyor eserini:

“İşte Arap Kadir bunlardan biridir (mazlum mahkûmları kast ediyor). Dilimin döndüğü kadar sizlere anlatmaya çalışacağım feci, namussuz bir linç olayının kefensiz kurbanıdır. Acemi nalbandın gâvureşeğindezanaat öğrendiği gibi, adalet ederken, birçok insanımızın yüreği nahak (haksız) yere, kıyım kıyım kıyılmaktadır. Göklerden inme değil bu mazlumlar kafilesi; kurbanlar hep içimizdendir. Hukuk ulemasının dudaklarında sanılmasın bu dertlerin çaresi; gelin bu meseleler üzerine hep beraber eğilip, hep beraber düşünelim!”