
İnsan en çok yalnızken konuşur. Ve en derin konuşmalarını çoğu zaman bir başka insanla değil, bir sessizlikle ya da bir canlıyla yapar. Rehberim Louis işte tam da böyle bir konuşmanın, daha doğrusu bir içsel dönüşümün hikâyesidir. Ama bu dönüşümde alışıldık bir rehberlik söz konusu değildir. Louis ne bir insan ne bir köpektir. O, siyah tüyleriyle gökyüzünü delen bir kargadır. Ve bu karga, yalnız bir adamın hayatına yalnızca bir hayvan olarak değil, adeta bir hayalet gibi girer. Louis’in rehberliği, yeryüzüne ait olmayan bir yerden gelir. Ne tamamen dosttur ne tamamen yabancı. Ama tam da bu gri bölgede, insanın karanlığına eşlik eder.
Kargalar; mitolojide, halk hikâyelerinde ve şehir söylencelerinde her zaman uğursuzlukla, haberle, kötülükle ya da bilgelikle ilişkilendirilmiştir. Louis de bu kültürel yükün içinden çıkar ama o klişeyi ters yüz ederek; alışıldık “evcil hayvan” anlatılarını yıkar. Çünkü Louis’in evcilliği yoktur. Eğilmez, eğitilmez, söz dinlemez. Gelmezse gelmez. Bakmazsa bakmaz. Ama hep oradadır. Ve varlığı, insanın içsel karanlığında bir tür yankıya dönüşür.
Anlatıcı için Louis sadece bir dost değil, bir vicdandır. Bazen gözleyendir, bazen hatırlatandır, bazen de susarak konuşandır. Louis’in dili yoktur ama her hareketi bir işarettir. O, modern bireyin kopukluğuna karşı doğadan gelen, şehirle çelişen, zamansız bir cevaptır. Anlatıcı, karganın gölgesinde kendi gölgesine bakar. Bu bakış kimi zaman sevgiyle, kimi zaman tedirginlikle, kimi zaman da hafif bir korkuyla şekillenir. Çünkü Louis, evin içindeki hayvan değil, dış dünyanın içeriye sızan sesidir. Uysal değildir, açıklanamaz. Ve belki de tam da bu yüzden insana yakındır.
Kitabın anlatım biçimi bu ilişkiyi yavaş, sessiz ama sürekli inşa eder. Her bölüm, Louis’in varlığıyla daha da yoğunlaşan bir içsel derinlik kazanır. Dışarıda olan —Louis— zamanla içeriye sızar. Anlatıcının düşüncelerine, anılarına, çocukluğuna, kırıklıklarına ve suskunluklarına karışır. Böylece Louis yalnızca bir anlatı öğesi değil, anlatının kendisi hâline gelir. Anlatıcı Louis’i anlatırken aslında kendini anlatır. Ve bu anlatı, hem insanın hayvana hem de hayvanın insana ayna oluşunun edebi bir örneğidir.
Rehberim Louis, tür olarak tanımlanması kolay bir kitap değildir. Ne bir doğa anlatısıdır, ne bir anı, ne de klasik anlamda bir hayvan-insan dostluğu hikâyesi. Bu kitap, en çok da iki yalnız varlık arasında kurulan sözcüksüz ama derin bir bağın edebiyatıdır. Bu bağda sahiplik yoktur. Anlayış da kesin değildir. Ama inatla süren bir yan yana kalma hali vardır. Ve bu hâl, kitabın duygusal tonunu benzersiz kılar.
Louis bir karakter değildir; bir sima, bir güç, bir karanlık bilgelik gibidir. O hem anlatıcının yitirdikleridir, hem kabuk bağlamamış geçmişidir, hem de hâlâ kapanmamış bir yaradır. Onun gelişi tesadüf değildir. Her insanın bir Louis’i olabilir; ama herkesin bir Louis’le yüzleşecek cesareti olmayabilir.
Kitap boyunca hissedilen şey, aslında insanın doğaya, başka canlılara, en çok da kendine karşı nasıl yabancılaştığıdır. Bu yabancılaşmayı iyileştirecek olan ise ne terapi, ne sohbet, ne de başka bir insan… Bazen sadece bir kargadır. Çünkü bazı karanlıkları sadece karanlıklar anlar.
Louis, tüm insan ilişkilerinin sahte yakınlıkları arasında, sessiz ama çok daha hakiki bir ilişkiyi mümkün kılar. Ve bu ilişki, modern dünyanın yoksunluklarına, yüzeyine ve gürültüsüne karşı açılmış bir iç derinliktir. Rehberim Louis, edebiyatın hâlâ hayret, sezgi ve sessizlikle kurulabileceğini hatırlatan bir metindir. Belki bu yüzden de unutulmazdır.