https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Ferda Birinci’nin Gölgeye Yazdıklarım adlı kitabı, “deneme” türünün sınırlarında gezinen, edebiyatla kişisel olanın, felsefeyle duyarlılığın kesiştiği metinlerden oluşuyor. Ancak bu kitap ne yalnızca bir deneme kitabı ne de yalnızca bir anı defteri. Daha çok, bir insanın kendine, çocukluğuna, babasına, acıya ve kalabalık bir yaşantıya tuttuğu içsel bir projektör gibi: Gölgeleri aydınlatan, karanlıkta konuşan.

Birinci, yazarlığını bir iç sesin kılavuzluğuna teslim etmiş. Kitabın “ön söz”ünde bu eğilimini açıkça beyan ediyor: “Kendimi bildim bileli mitler, felsefe, kavramlar, hayata dair durumlar, edebiyatın büyümeyen çocuğu insan bağlamında ilgi odağım olmuştur.” Nitekim bu ilgi, her metne kendi tortusunu bırakıyor. Yazar bazen Pandora’nın kutusunu açıyor, bazen çocuk ölülerin tiradını dinliyor; bazen Adapazarı’nın yıkıntıları arasında babasının sesini arıyor. Her bir denemede kişisel olan, evrenselle kesişiyor.

Özellikle “Çocuk Ölenler Tiradı” adlı bölüm, yazarın kaleminin en güçlü olduğu yerlerden biri. Shakespeare’e selam duran ilk epigraftan itibaren okuyucu sarsılmaya hazırlanıyor. Bu bölüm, yalnızca ölen çocukların değil; dünyanın adalet terazisinden çoktan düşmüş her canlının yasını tutuyor. Metin, mitolojik bir sahnede Tanrı’yı ve çocuk ölenleri buluşturarak okuyucunun duygusal ve ahlaki belleğini yokluyor. “Ölüm ne güzelmiş benim gibi çocuklara, ey Tanrım!” dizeleri, neredeyse kitabın etik merkezine oturuyor.

Yazar, didaktik olmayı tercih etmiyor. O, okura ders vermek yerine onunla birlikte düşünüyor. Mesela “Baba Sesim” adlı deneme, bir nostalji güzellemesi olmaktan çok, belleğin ve sevginin nasıl bir arada aktığını gösteren şiirsel bir anlatı. Babasının Alzheimer teşhisi sonrası verdiği yanıt -“Ben her şeyimi kaybettim.”– edebiyatın suskunluğa nasıl ses verdiğini hatırlatıyor bize.

Gölgeye Yazdıklarım, aynı zamanda bir öğretmenin içsel ajandası gibi de okunabilir. “Bayram’ın Elleri” bölümünde, sınıfsal eşitsizliği tüm naifliğiyle ama aynı zamanda keskin bir farkındalıkla anlatıyor. Öğretmenliğin yalnızca müfredata bağlı bir meslek değil, bir ruh hâli olduğunu kanıtlayan nadir metinlerden biri bu.

Eleştirel bir perspektifle yaklaşıldığında, kitabın yer yer fazla duygusal yük taşıdığı, metaforların bazen kendini tekrar ettiği, kimi cümlelerin didaktik sınırda gezindiği söylenebilir. Ancak bu, kitabın samimi ve içten anlatımına gölge düşürmüyor. Bilakis, bu kırılganlık yazarın metinlerle kurduğu kişisel ilişkinin gücünü artırıyor.

Ferda Birinci, Gölgeye Yazdıklarım ile hem bireysel hem toplumsal hafızaya dokunan bir yolculuk sunuyor. Bu yolculukta okuyucu, bir yazarın iç sesiyle değil, kendi iç sesiyle de karşılaşıyor. Belki de bu yüzden bu kitap, gölgeye yazı yazmakla kalmıyor; okuyanın gölgesine de bir şeyler fısıldıyor.