
Ali Çağlar Kale’nin “Bu Dünyadır” adlı öyküsü, yoksulluğun ve çaresizliğin sıradan bir ev hayatı içindeki yankılarını işitmemizi sağlayan yalın ama sarsıcı bir metindir. Yazar, bir çocuğun resim dersine gidemeyişiyle başlayan gündelik aksaklıklar üzerinden, yalnızca bir evin değil, bir ülkenin hafifçe bastırılmış sosyal adaletsizliklerinin panoramasını çizer.
Metin, pastoral görünümlü bir ev betimiyle açılır: dut ağaçları, civcivler, sabah serinliği… Ancak bu pastoral görüntü çok geçmeden bir iç sarsıntıya dönüşür. Çocuğun, “resim malzemem yok” diye okula gitmemesiyle başlayan durum, babanın içe dönük suskunluğuyla, annenin çaresizliğiyle, emminin “bir bardak çaylık kaçış”ıyla iç içe geçer. Baba ile oğulun birlikte zeytinliğe çıkıp kayalıkların üstünde geçirdikleri sessiz zaman, sadece nesiller arası bir iletişim kurmaz; aynı zamanda erkekliğin bastırılmış kırgınlıklarını, sosyal sistemin bireyde bıraktığı izleri dillendirmeksizin aktarır.
Öyküdeki en çarpıcı an, annenin Emine’den “borç yiyecek” istemesidir. Alacaklı, gözünü zibillikte eşinen tavuğa diker; bu, sanki kadının durumuna duyulan ilgisizliğin, sınıfsal kibirliliğin kısa ama etkili bir imgesidir. Ve kadının çocuğuyla göz göze gelmekten kaçınan, “şeker istemeye” dili varmayan hali, çok şey anlatır.
“Bir gün ben ölürsem dilediğini yaparsın” cümlesiyle baba, çaresizliğin gururla giyilmiş halini sergiler. Bu öyle bir ölüdür ki aslında yaşarken yitirilen kimliğin ilanıdır. Ve öykü, tüm bu suskunluğu “bu, dünyadır” cümlesiyle kapatır. Ne fazlası vardır ne azı. Her şey olduğu gibi, sessizce ve kahredici bir sıradanlıkla akar.
Kale’nin bu öyküsü, dilsel bir görkemden çok, insani bir sadelikle işler. Göstermek için değil, tanıklık etmek için yazılmıştır. Göz yaşartmaz ama iç yakar. Sosyal gerçekliğin yükü, karakterlerin sırtında eğik bir taş gibi durur. “Bu, dünyadır” derken yalnızca bir coğrafyanın değil, bir zihinsel çöküntünün altını çizer yazar.
Genel Değerlendirme: Sessiz Çığlıkların Toplumcu Gerçekçiliği
Bu Dünyadır adlı kitap, görünüşte sessiz; ancak satır aralarında çığlıklar gizleyen bir anlatı bütünüdür. Ali Çağlar Kale, klasik toplumcu gerçekçilik kalıplarına düşmeden, sahici karakterlerle örülmüş, içtenlikli ve tanıklık değeri taşıyan bir evren kurar. Ne bir ağıt yakar ne de parmak sallar. Onun yaptığı şey, bu coğrafyada “küçük insanlar”ın yaşadığı büyük acıları, gündelik hayatın en sıradan anlarına gizleyerek anlatmaktır.
Yazar, öykülerinde bağırmaz; ama her cümlesi içe dokunur. Sokaktan geçen bir dondurmacının sesiyle kırılan çocuk kalbi, şantiyede döşek üstünde yıldızlara bakan iki işçinin bastırılmış arzuları, köy yerinde bir kadının çamaşır iplerine iliştirdiği suskunluk… Bütün bunlar, gösterişsiz ama dirençli bir yazı tutumunun ürünüdür. Kitapta isimler değil, yüzler; olaylar değil, yankılar önemlidir.
Ali Çağlar Kale’nin dili süslü değildir ama temizdir. Okuyucunun gözüne sokmadan, yüreğine usulca dokunarak bir iz bırakır. Öykülerde kahramanlar değil tanıklıklar vardır. O tanıklıklar da kimsenin konuşmadığı, konuşamadığı, konuşmaktan utandığı sınıfsal gerçeklikleri sessizce dile getirir. Bu yönüyle Kale, ne alenen ideolojik ne de tarafsızdır; o, yaşananı görüp sustuğumuz yerden konuşur.
Kitap boyunca hissedilen şey, yazarın bir “dava” anlatmadığı, ama bir yarayı dürtmekten çekinmediğidir. Bu da onu samimi, yerli ve hakiki kılar. Bugünün vitrin edebiyatında kaybolan “anlatılmayanın” dili, burada yeniden bulunmuş gibidir. Adı sanı duyulmamış kadınların, çocukların, işçilerin, esnafın, yaşlıların hikâyeleri, Kale’nin kaleminde edebi kimliğini kazanır.
Bu kitap bir manifesto değil, bir tanıklıktır. Edebiyatın özüne döndüğü, insanı yalnızca bir “karakter” değil bir “yaşantı” olarak gördüğü anlara yazılmış hikâyelerdir bunlar. Ve en kıymetlisi: Bu öyküler, “duyarlılık yapmak” için değil, “duyarlılığın kendisi” oldukları için değerlidir.