https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Lise yıllarında (belki daha öncesinde), okuyup “tekrar okusam iyi olur” dediğiniz ya da ara sıra baktığınız kitaplar vardır. Denemelerde, onlardan biri değil mi? İşte Montaigne ve denemeler.¹

Montaigne, okuyucuya seslenir: “bu kitapta yalan dolan yok. Sana baştan söyleyeyim ki, ben burada yakınlarım ve kendim dışında hiçbir amaç gütmedim… Bu kitabı yakınlarım için bir kolaylık olsun diye yazdım… Okuyucu, kitabımın özü benim: Boş zamanlarını bu kadar sudan ve anlamsız bir konuya harcaman akıl karı olmaz…” (s.26)

“Ben/kendim” çevresinde dönen anlatı, neredeyse her dönüşte aynı yansımaya tekabül ediyor-Montaigne’le özleşme. Montaigne, kendini maskesiz anlattığını ve herhangi bir kaygı taşımadığı izlenimini, tekerrürle verir.

montaigne_essais_ancien denemeler – montaigneDenemeler – MontaigneKişisellikten öte, hayatı; örnekler ve sözlerle yorumlayan/anlamaya çalışan ve “kendini” tanıma çabasıyla hareket eden -deneme türünün atası- Montaigne, ruh-beden-yaşam sarmalını, sizi de içine alan çeşnisiyle aktarıyor.

Antik Yunan ve Latin ağırlıklı alıntılarla bezenen denemeler, okuyucuya hem samimiyetin dilini hem de düşünmenin/gözlemlenen olgunun, işlevini ortaya koyuyor.

Montaigne bu işi yaparken belki de bizlere “ben tüccar değilim, sadece kendine yakınlaşma çabalı fakır köyün dilencisiyim” esintisini veriyor.

Peki, Montaigne acaba bu denemeleri yazarken nasıl bir çevrenin/dünyanın etkisi altındaydı ya da nasıl bir yüzyılda doğdu?

Ortaçağ’ın karanlık olarak kabul edildiği/komün yapı, aklın özgürlüğe kavuşacağı düşüncesiyle, hareketlenmenin geniş çerçevede bir alanı, belki de dönem sonrası için dünyayı da etkileyeceği bir dönüşüme tabiydi. Bir yeniliğin ya da uyanışın anlam kazanacağı süreç, durumun sisli bir perdeyle bütünleştiği ve bu perdenin kaldırılacağı bir zamana işaretti.

Gözle görülen ya da sunulanın aksine, başka bir kapının olduğunu fark eden insan kendine merhaba diyordu. Radikal değişimlerin yaşanacağı bir çağa giriş başlamıştı. Böylelikle Rönesans’ın, bireyselliği ön plana çıkaran açık hali birçok alanda kendini göstermeye başladı. Tarih sayfalarından aklımda kalan klişeler bunlar. Aslında başkaldırısız bir düzen vardı. Dogma ve seküler yapı ayrı korunaklı haliyle düzenin parçaları haline gelmişti, diyebiliriz-ilk planda- (Montaigne ise 16. yy.da doğmuş).

ººººº

Montaigne, çocukluğunu şatoda geçiren, daha dört yaşında Latince öğrenen (belki bu yüzden bu dile yakınlık besleyen), müzikle uyanan, özgür bir çocukluk geçiren ve bu özgür haliyle, hayatının her sayfasını, özgür kılmaya adayan öte yandan adanmalara da karşı duran bir bilgin. İlerleyen yaşlarda, gönderildiği okulda; yapılanmanın otoriter hali, Montaigne’in kalıplaşmışgillerin yansımalarını-korunaklı kılan- güçlü yanıyla, belki de ötelenmişti.

Geniş kapsamlı hayat öyküsünden² bahsetmeyeceğim. Ancak Montaigne’in yaşamış olduğu birçok olayın (toplumsal kaosa sebep savaşlar (dinsel) v.s.) etkisi belki de dine kaşı soğutucu görevini işlevselleştirdi. Hayata belki daha kuşkulu daha farklı bir açıdan bakmasına sebebiyet verdi. Bilemeyiz. Ancak düşüncelerini belirttiği denemelerde, gözlemlediği olaylara anlam yükleyişinin arka planında, inandıklarının ışığının kaybolması olabilir. Böyle düşünebiliriz ya da daha farklı.

Yaşamı kendi diliyle/düşüncesiyle, nasıl yaşadığını/yaşanılacağını anlatan denemelerini oluştururken, yıllarca kendini bir anlamda izole edip okuyan-düşünen-yazan bir düşünür Montaigne. Yazdıklarının bundan önce olduğu gibi bundan sonrası içinde okunacağı aşikar.

ººººº

Mösyö Montaigne’i kısaca tanımaya çalıştıktan sonra (belki daha iyi tanımak için) hayatını yansıttığı kitabın bazı detaylarına geçelim. Önce kitabın serbest düşüncenin ışığındaki ana odağının “kendini tanımak” olduğunu söyleyelim. Sokrates ne diyordu: “Kendini bil!”

ººººº

Hindistan’ın büyük mutasavvıfı Muînüddîn-i Çeştî“yedi günde bir, beş miskal kuru ekmeği suya batırır ve öyle yerdi.”Bildiğim kadarıyla az yiyince daha az serbest radikal oluşacağından immünite daha etkili olur. Örneğin çok sevdiğiniz herhangi bir şeyden vazgeçmeyi deneyin, bir süre yemeyin/kullanmayın-uzak durun böylece iradenizi test edin. Olur mu?

Sanırım bir filmde duymuştum, not almışım: “kendini tanımak denen o dağa tırmanmaya başla!”

“Sen test ettin mi?” derseniz. İradenizi kontrol etme dürtüsü enteresan. Evet, benim de hayatımda bağlılık derecesini aştığım durumları gördüğümde ya da uyarılara kulak verdiğimde, bağlılıktan uzak duruşum bir süreliğine ya da tamamen oldu. Belki gelenekselleşmiş yeme kültürüne dair belki çok sevdiğin bir durumun olmayışını tatmak babında yani hiçbir durumun/materyalin kölesi olmama arzusu.

Yemek deyince, aklıma İngilizlerin kullandığı bir deyim geldi: You are what you eat (Siz ne yerseniz osunuz). Aslında detayıyla düşünmek gerekiyor. Şimdilik bunu erteleyelim.

ººººº

Peki, güçlü dediğimiz unsurdan/hayatımızdaki adanmışlıklardan uzak halimiz sadece yemek değil elbette birçok unsur için geçerli. Güçlü duygular. Mesela, Montaigne -romantik aşkın- kendiliğe aykırı olduğunu düşünenlerden biri/özgürlüğünü elinde tutmak ve bu özgürlüğün içerisinde köleleşmeye gidecek olan her bir yapılanmaya, kuşkuyla bakmakta (en azından bana öyle hissettirdi).

Birde kendini tanımak kavramının, bu yüzyılda savrulan zamanın monotonluğuyla daha çok yabancılaşmaya yaklaştığını söyleyebiliriz.

ººººº

Denemelere dönersek;

Montaigne, “her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.” der. Öyle ya her düşünüş aslında içimizdeki ben-lerin yolculukta gölgesi. Hangi yolculuğa çıkacağımızı belirleyen de “ben” değil mi? { Yunus Emre’yi hatırlayalım “Bir ben vardır bende benden içeri”}

ººººº

Öyleyse, çıkılan yolculukta hangi kavramın yansısı var?

Montaigne, yolculukta her yaşın hatta her anın farklı olduğunu ve geçişlerde ana merkezinin “doğruluk” olduğunu söyler. Görebildiklerimizin, kendimizle sınırlı olduğunu ve algıladıklarımızın bizi ancak en üst mertebede –bilgin- yapacağını hatırlatır. “…Ancak kendi aklımızla akıllı olabiliriz.” (s.29)

“Her anın farklılığı” bunlar aslında sihirli kelimeler. Düşünsenize, kısa bir zaman önce -yeni bir yıla geçişin- kutlanmasına şahit olduk. Neden insanlar kutlama yapıyor? Yeni bir yılı, başlangıç olarak gördükleri için mi? Yeni kavramı, eskiden uzaklaşmak isteyenler/yeniliğe ihtiyaç duyanlar için umut bağlayacakları bir geçişi mi temsil ediyor?

Oysaki Montaigne ne demiş “Az sonra değişebilirim. Yalnız halim değil, amacım da değişebilir.”(s.28) Doğrusuda bu değil mi! Her an, olduğumuzdan farklı bir yere geçiş olabilir. Yeni yıl kutlaması, yeni ay kutlaması ya da yeni bir güne geçiş hatta yeni bir saate… Sonuçta nefes aldığımız “her an” aslında mutlu olmamıza sebep. Yapacaklarımız için “her an” aslında değerli değil mi?

ººººº

Peki, Montaigne akıllı olmakla-bilgin olmak meselesinde, robotlaşan bireylere mi seslenmiş? Düşünmeden/sorgulamadan direkt alınan bilgiler, olgunlaşmadan koparılan bir meyveye benzemez mi?

Şunu soralım: düşünceleri tekselleşen bir birey mi, düşünceleri hür bir birey mi? Hangisi?

Yazık ki eğitim sistemimiz, öğrencinin dili dışarıda not almasıyla örtüşen bir düzen. Oysaki istenen/beklenen bu olmamalı. İnsanın ufkunu açan, düşünmeyi-sorgulamayı öğreten bireyler yetiştirilmeli. Hangi öğrenci, sistemin kölesi olmayı ister ki? Tercih edilen, anlamlı-renkli-relax öğrenme/öğretme sistemi değil midir?

ººººº

Yaşam değerli, “her an” işleyişte ve bu düzenin gerçek anlamda işlevini koruması, anların da çoğalmasına sebep. Keşke-siz bir yaşam mümkün değil mi? Neden hep imkanı geri sayfalarda arıyoruz.

Bizler yaşamıyor muyuz? İstediğimizi yapabilecek anları çoğaltamaz mıyız?

Bakalım Montaigne “yaşamak ve çalışmak” denemesinde ne demiş:“…bugün hiçbir şey yapmadım ne demek? Yaşadınız ya! Bu sizin yalnız başlıca işiniz değil, en parlak, en onurlu işinizdir.” “-Bana büyük işler çevirmek olanağını verselerdi, neler yapmaya gücüm olduğunu gösterirdim. Deriz. Önce siz kendi hayatınızı düşünmeyi, çevirmeyi bildiniz mi? Bildinizse bütün işlerin en büyüğünü görmek için büyük fırsatlara ihtiyaç yoktur; hangi mevkide olursa olsun, perde arkasında da, perde önünde de insan kendini gösterir. Bizim işimiz kitap doldurmak değil, ahlakımızı yapmaktır; savaşmak ülke kazanmak değil, yaşayışımıza dirlik düzenlik getirmektir; En büyük en onurlu eserimiz doğru dürüst yaşamaktır…”(s.44)

Son cümleye dikkat!Bu çağda bunu tam anlamıyla yaşayan var mı acaba?

Onurlu maskesini takıp, sağa-sola saldırgan bir tavırla yaklaşmak sanki standart bir meslek oldu. Kiminle konuşsan hep doğruluktan bahsediyor ama kimse doğru merkezli düşünemiyor. Nasıl bir çerçeveye hapsolmuşsak, dinlemekten/anlamaktan yorulmuşları oynuyoruz. Frekanslarımızı değiştirmekten aciziz. Sanki ucuz bir kahramanlığın içinde, kendimizi kandıran çocuklar gibiyiz. Oysa gerçek devrim “özümüzde” olmalı. Çünkü “bu dünyada bırakabileceğin en büyük miras dürüstlüktür.”( Xsentius)

ººººº

Peki, bu durumda birey –kendiyle- sürprizsiz bir parametre ekseninde mi? Yoksa değişken bir grafiği mi temsil ediyor?

Aslında ne kendimiz gibi davranıyoruz ne de karşı tarafa göstermiş olduğumuz tip gibi (gelgitler yaşıyoruz/bukalemun muyuz neyiz anlayamadım).

Montaigne, bu noktada kişinin olduğu gibi görünmesi gerekliliğini vurguluyor. Hayal kurmamıza neden oluyor-böyle bir toplum/dünya.

Ne güzel söylemiş Aristo “ hiçbir iyilik sahtelikle bir arada gitmez; doğru hiçbir zaman yanlışa yer vermez.” (s.33)

ººººº

Bu bağlamda düşününce, eleştirel kültürün gelenekselliğiyle davranırsam; bulunduğum toplumun kabul ettiği inanç (dini) ile uygulama arasında gördüğüm uç noktadaki farklılıklar hep beni şaşırtmıştır. “Nasıl olur” dedim “nasıl inandığı değerler olduğunu söyleyen kişiler ona göre davranmaz”, “en azından ahlaki duruşunun olması gerekmez mi” ki benim için ilk planda önemli olan kişinin karşısındakine zarar vermemesi durumudur.

Sonuçta klişeler asılıydı belleğimde- her farklılık zenginliktir- ancak farklılıkların da sinerjisi saygı-hoşgörü noktası olmalı. Bu arada bumerang misali her sözün/her düşüncenin yayılımının olacağı mantığına inanırken bu durumu ötelemeye çalıştım (mevcut duruma alışkanlık).

ººººº

Elbette yine kapı, bakış açısıyla ilintili bir duruma çıkıyor. Kişilerin neyi/neye göre yaptıklarını yine kendi içselliğiyle bilmek oldukça zor, eleştirel gücümüzün her durumda olduğu gibi bu durumda da işleyişini koruduğu aşikâr.

ººººº

Peki, maskeler dedik, doğrunun yanında yanlışın esamesinin okunmayacağını belirttik. Bu durumda, “kendi” olmak kolay mı?

Metropole uzanan göç dalgası, binaların hakimiyetiyle doğadan-insandan uzak ve anılarını tazelemeyenlerin/önce ve sonrayı birleştiremeyenlerin, gittikçe kendine yabancılaştığı bir duruma sebep. Kavramlar kargaşası belki de bu noktada başlıyor.

Bize öğretilen/dayatılan birçok kavram, aslında dönemsel mimarların eserleri değil mi? Misal güzel konuşma/yazma sınırının da belirlendiği bir dünyanın bireyleriyiz. Neredeyse her şey sınırlarla çevrili. Ya öylesin ya böyle! Sanki ötesi yok. Bakın Montaigne, kendi olduğunu ve böyle bir görsellikten kopuk olmanın rahatlığını nasıl anlatıyor: “Yazarken rastgele gittiğim için bol bol hatalara düşerim. Bunları pekala düzeltebilirdim. Ama o zaman, benim adetim, malım olmuş kusurları düzeltmekle kendi kendimi yanlış tanıtmış olurdum… Dikkatsizlikten gelen hatalarımı düzeltsem bile, bende adet haline gelmiş olanları düzeltemem. Ben hep böyle konuşmuyor muyum?…Herkes kitabımda beni, bende kitabımı görsün.”(s.36)

ººººº

Kendi olmak/kendini dinlemek farkındayım yoluna giriş mi?

Bir şeylerin farkına varabilmek/farkındalık. Doğrusu kendimizi aldatmaktan öteye gidemiyoruz. Hareketin ismi: “farkında olabilme edası”. Bu duruma vakıf değil gibiyiz?

Ne dersiniz? Bilmenin esasen uygulamak olduğunu belki de gözden kaçırıyoruz. Şöyle ki tam terside mümkün, acaba duruma göre uyguladıklarımız/uygulamamayı seçtiklerimiz bildiklerimizden mi ibaret?

İşi, koku takibi olan zihnin, ışınlamasına mı maruzuz (bu durumu seçen kim)? Yansımalar zincirinin, halkalarından oluşan bir yapılaşmanın, modernize halinin yarışıysa süregelen, neden genelde sonuç değişmez. Galip gelen, yine egosal manyetik durumların sisli perdesi olmalı. Başka oyuncu yok mu? “Güzellik” yerinde bekler. Arada gülümser belki fark ederiz sınırlı esaretimizle.

ººººº

Oysa dağınık bir puzzle misali, oyunu tamamlamaya çalışan bireyler değil miyiz?

Hayat bizi “farkındayım, ne hoş” realitesizliğinin tınısına götürür. Haklısınız hayata suç attım-ancak sürdürdüğümüz hayat, kendinin hayatı/tercih ettiğimiz hayat yani ne kadar oyun hayatın karelerini oluştursa da kareleri renklendiren bizleriz, bir bakıma hayat biziz.

Peki, şöyle diyelim içimizde vuku bulan oluşumun dışa yansısı çelişkili değilse sanırım kendi farkındalığımıza ulaştığımızın göstergesi. Yalnız iç-dış uyumun hangi kılavuza tabi olduğunu da düşünmek gerek!

Farkında olmak/durumun bilincine varmak/bilmek = olayın farklılığına istinaden uygulama (ma)k (şart=ego’nun devre dışı hali)

Formülize etmek ne kadar kolay değil mi?

ººººº

Peki, oyunlarla devam edelim.

Çocukken “sos” oyunu oynardık. Bilirsiniz. “sos” kelimesini en çok oluşturan kazanır (yeni versiyonu xox). Sos’u yapmak için de bir tarafın hata yapması beklenir şimdi taraflar kim siz belirleyin. Sizce sos yapıp, kazanan hangi taraf? Onu da hayata dair seçimlerimizde -taraf olduklarımızın- oyunda mevcudiyetini düşünerek görelim. Oyunun en önemli yanı ilk sos’u yapan tarafın, sonraki hamlelerde sos’u yapabilirliğinin artma durumu (bazen de sos yapılmasına izin verilir ancak bu darbenin ayak sesleridir-hoşuna giden durumların farklı sonuçlar doğurma ihtimali-).

Yani olayın farkında olabilmek gerekiyor. Oyunu algılayamayan kişiler ne yapar hemen teslimiyete bürünür. Yaptıklarından başka alternatif yokmuşçasına/sessizce “malzemeyi kullanabilirsin” der!

(Dip not: sos u yapan ya sevincini bağırarak gösterir ya da çaktırmadan yoluna devam eder çünkü yeni bir sos yapma dürtüsü onu beklemektedir)

ººººº

O zaman şöyle düşünelim; hani bazen elimizi verip, kolumuzu kaptırdığımız durumlar söz konusudur.

Şimdi ilk puzzle oyununda ne olmuştu? Kazanan hep sisli perdeydi. Acaba biz hayatın ayarlarıyla oynarsak, hamleleri bir oyuncuya verirsek diğer oyuncu olan “güzellik” bizden uzaklaşmaz mı/onu küstürmez miyiz en önemlisi önemi sisli perdeye yükledikçe, tanrılaştırdığımız bir eğilimin bizi köleleştirmesine izin vermez miyiz?

Belki de farkında olmadan teslimiyeti, olması gerekenden uzak tavırlara veriyoruz.

ººººº

Öte yandan her detayın ince yapısı mevcut, peki yanılgılarımız ya da isabet kıldığımız minimallikten maksimizeye her oluşum, kümenin bir elemanı değil midir?

Hayatta oynanan bir saliselik sürecin yaptırımlarında bile, dönüşüm kavramı adına layık davranıyorsa, o zaman her bir teorinin oyunun içinde olduğunu ve etkisiz eleman niteliği taşımadığını bilmemiz. Belki daha da detayı, diyalogların etkileşiminin bu teorinin başkahramanı olduğunu bilerek edalanmamız gerekmez mi?

Hayat bir strateji oyunu, kurallar çizelgesinde silsilelerin etkisinin farkına varmak ve öteyi kavramaya çalışmak…

ººººº

Peki, denemelere geri dönelim.

Açıkçası Montaigne her denemesinde neye önem verdiğini, neden hoşlanmadığını, neyin olması gerektiğini güzelce belirtmiş. Yazdığı sade+samimi dille Montaigne’i tanımamak mümkün değil! Oysa çevremizdeki insanları ne kadar tanıyoruz?

Düşüncelerini kem küm etmeden, dosdoğru söyleyen kaç kişi var?

Herkes cesaretli olsa, korkmasa da inandığı ne ise söyleyebilse; olduğu gibi görünse kendi doğrusu ne ise haykırabilse ama biz insanların büyük çoğunluğu maalesef “korkak” oysaki doğruyu istiyorsak doğruları paylaşmayla asıl doğruya varılır.

Korkaklardan olmaktan korkalım!

ººººº

Peki, bu durumda ruh ve beden bütünselliğimiz sekteye mi uğruyor?

Montaigne, ruh ve beden bütünselliğinin gerekliliğini şöyle aktarıyor: “…ikisinin hareketleri arasında başkalık ve karşıtlık değil, uygunluk ve benzerlik olsun.” (s.45)

Yazık ki bedenimizin -ruhumuzun efendisi- olmasına izin veriyoruz. Oysa efendiliği ruhumuza verebilsek, bedeni disipline edecek. Böylece her şey kolaylaşacak.

Seçim bizim, mahkumiyet ya da serbesiyetlik hangisi? Sartre bu durumda ne der “İnsan seçim yapmaya mahkumdur.”

ººººº

Hayata yansıyanlar, neyi ne kadar görebildiğimizin belki de neyin nelere yol açabileceği tahlilini yapmaktan uzak, bilinmezliğin döngüsel yaklaşımları.

Sürprizin kötü ya da yeni olmasından öte var olan harikuladelik nefes alışımız değil mi? Zincirin halkalarına her an bütün hoşnutluğuyla anlamlı yüklenişler, belki de gülümsemeye sebebiyet.

Öte yandan tutunmuşluğumuz, hangi değer kalıbıyla örtülüyse, bizi bizden almaya paralel halleri yaşamaya başlar. Belki deryanın boğucu havasıylayız ve esaretine kurban gidişlerimizin kaynağını, irade noksanlığımıza bağlayacak çapta göstergelerden bihaberiz.

ººººº

Peki ya ruh ve beden bağımsız bir işleyiş mi yoksa hareket beraberliği mi?

Merkez üssü, her beden ve ruh kompleksinde değişen ancak benzerliklerden oluşabilecek halkaların da oluşturduğu bir zincirin tabiatı.

Farklı tabiatları olan tek bir bünye mi? Kişinin bünyesinin notaları farklı nağmelere işaret edebilir mi? Her nağme farklı tınılarla ayrılır. Peki, hangi nağmeyi hangi zamana denk düşürmeliyiz ya da zamana uydurmalı mıyız?

Sanırım hissiyatın yükseldiği akım, baskınlığın ruhun elinde görüntüsünü veriyor.

ººººº

Ruhi ve hayata dair tutumların birbiriyle farklı olarak gösterilmesi bence mütalaa edilmemeli aslında her alanda zati birbirlerine tesirleri söz konusu değil mi?

Yani, ruhun derinliğine işlenen her oluşum-her türlü faaliyet aslında birbirleriyle bağlantılı diyebiliriz. Hayata yansıyan olaylar farklılık gösterse de bütünselliğin temelinde, yansımaların bağlantısız olmadığını ve her anın kişinin hakikatiyle bir zincir oluşturduğunu ve ana metanın hep aynı merkezden tebarüz edildiğini düşünüyorum. Yaklaşımlarımızın neyi işaret ettiğini ve bütünselliği hangi amaç için kullandığımızı irdeleyerek belki de hareket etmeliyiz.

ººººº

Belki de dost edinemeyişimizin ya da dost sayımızın az olmasının nedenleri de bunlar {Aristoteles:”Ey dostlarım, dünyada dost yoktur” (s.54) }.

Yani Montaigne’in belirttiği gibi“başkalık” [“…ikisinin hareketleri arasında başkalık ve karşıtlık değil, uygunluk ve benzerlik olsun.” (s.45)].

Başkalık/karşıtlık, belli bir zaman sonra yüzünü gösteriyor ve sonra ses yayılıyor: “tamam da benim tanıdığım kişi bu değil”. Alınan yaralar arttıkça dostluk bağları da gevşiyor.

Oysa sevgi temelli duruşta, sevginin açılımı hep güzelden yana değil mi?

Örneğin yanlış yolda ilerlerken doğru yoldan sana sinyal veren/hatırlatmada bulunan birine teşekkür mü edilir yoksa… (teşekkür=dönüşüm)

ººººº

Sizler için önemlimi bilmiyorum ama sizi seviyorum; kendinizi sevdiğiniz kadar (kişi gerçeği gördüğü kadar kendini sever ancak kendini sevmesi gerçeği gördüğü anlamına gelmez).

ººººº

Peki, dost seçimimiz/dost oluşumuz hangi durumları barındırıyor?

İnananın dostluğu sonsuz, inanana- inanma isteği son bulmayana…

İnsanı dost sayıyorsun, “erdem” diyorsun…

Kandırmak kolaydır insanı, biliyorsun!

Ama yine de kötüyle yönetmiyorsun…

Negatifliğin bile pozitiflik için, dostluğun sonsuzluğu için…

Ama “hayır” diyor insan…

Ve inanan inanmayan herkesin “ben hata yapmadım dostlarım hatalıymış o beni etkiledi v.s.” diye –zırvaladığı- o günde “düşman” diye niteleyeceğin insanlarla, bugününü seçiyorsun!

ººººº
Yüz çevirişler /doğruya uzaklık ürpertici değil mi?

ººººº

Peki neden?

Bence uzun süre kendimizi gizleriz çünkü ego empati rolünü çok güzel yapmamızı söyler. Doğruyu veya doğrumuzu değil, karşı tarafın duymak istediğini söyletir bize. Bu da yalancılıktır bencillikle kullanmadır düşünülen… Dostunu hep yanında istemek…
Bu nedenle bence “sen ben olmadıkça değil sen sen olmadıkça… uzağım” demeliyiz!

ººººº

“Hayır” diyebilirsin. Ne hayır-ı?

Aslında “sen ancak sen olmaya hayır” diyebilirsin!

Çünkü esas tavır “gerçeği hiçe sayan düşünceye” olmalı.

Zevzek egosal gurur izin vermiyor, diyemiyorsun.

Egomuzu yenemeyişimizin etkisiyle “hayır” çıkıyor/düşünmeden çıkıyor kelimeler.

Egoyu mikro bile görsen cümlelerin ne kadar farklılaşır!

ººººº

Bugün olması gerekeni yapmışsak; geçmişten ders çıkarmayı ancak o zaman öğrenmişizdir. Unutuyoruz!

Öz eleştiriyi engelleyen egomuz olduğunu unutuyoruz!

Empati sonrası görebileceğimiz ciddi özür dileme gerekliliğini unutuyoruz!

Birbirimize unutmamayı/unutmama gerekliliğini hatırlatmamız kadar doğal bir şey olmayacağını buna verilecek cevabın negatif olmaması gerektiğini unutuyoruz!

Bugünümüzün geçmiş olduğunda telafisinin olmadığını ve geleceğin selametine de etki yapacağını unutuyoruz!

ººººº

Şahsı değil düşünceyi görelim! Lütfen tüm insanlar için bir kez daha iyiyi dileyelim! Siz, ben… bu düşünceye sahip olabilecek her insan için…

Sanırım Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabından dostluğa dair bir sözdü (anımsadığım): “bana yaptıklarını affedebilirim ama kendine yaptığını nasıl affedebilirim”

ººººº

Öyle ya duyguların inişli-çıkışlı olması kadar normal bir durum yoktur. Yeter ki sebepler sonrası sınırlar aşılmasın!

Anita Brookner’ın muhteşem bir sözü var, şöyle; “Gerçek sevgi saftır. Taktik olmayan ortamlarda gerçekleşir. Bu sebepten enderdir. Çünkü hemen hepimiz taktikçiyiz.”

Nasıl, gerçekçi bir anlatım değil mi?

ººººº

Bakın Montaigne “dostluk” denemesinde, dostunu niçin seçtiğini nasıl anlatmış: “Çünkü o, o idi; ben de bendim.” (s.53) Dostum dediğim kişiye/ gerçek dostuma, “iyilik etmeyi onun bana iyilik etmesinden daha çok istemekle kalmam; kendine her edeceği iyiliğin bana da iyilik olmasını isterim. Bana en büyük iyiliği kendine iyilik ettiği zaman etmiş olur.” (s.56)

ººººº

Dostlukları zedeleyen unsurlardan biride, sanırım “duydun mu” sözüyle başlanıp dedikoduya malzeme çıkaran unsurların yoğunluğu.

-“duydun mu komşu Ali Bey ne demiş…”

Hayat hep birilerinin birileri hakkında söylediği fısıltılarla geçiyor. Bırakamadığımız eğilimlerden biri de başkasına dair söylevlerin ağa takılması.

Sınır dediğimiz unsur, kendini bağlamayanlarla ilgileniyor bırakın ilgilenmeyi bütünleşiyor ( ve ses çınlar: özgürlüğün de bir sınırı var): “Mızmız, dırdırcı insanları hiç sevmem… sülükler gibi kara kan içer, kanla beslenirler.” (s.58)

ººººº

Montaigne, birçok denemede bireylerin neyle yaşamına renk kattığının/aldatmacasının analizini yapıyor. Belki de bizlere gerçek rengin henüz çoğu insan tarafından keşfedilmediğini söyleyip, bu bağlamda rengin ipuçlarını veriyor.

ººººº

Aslında-keşfedilmeyi bekleyen hayatı- diyalog kırıntılarıyla doldurmuyor muyuz?

Belki de yaşamın görünümünü, perspektifiyle/sade bir anlatımla yakalamada geç kalıyoruz…

Geç kaldığımızı hissettiğimiz an yeni yolların farkındalığına ulaşamıyor, kestirme yolları da es geçiyoruz…

Aslında yol her zaman mevzu bahis yeter ki “kendimizi dinleme anı” olsun!

Çünkü “yol” var “YOL” var…

Montaigne, yer değişikliğinin, ruhun iyileşmesinde işe yaramayacağını Horatius’dan bir alıntıyla belirtir: “Dertlerimizi avutan akıl ve hikmettir. O engin denizlerin ötesindeki yerler değil.” (s.59)

ººººº

Her kelime, kendi koduna kayıtlı hormonu salgılatır şöyle ki oluşumun olumsuz yanı varsa, beyinde yok olarak kabul etmek gerekir adım adım, belli bir zaman sonra, sanki gerçekten öyle bir şey yokmuş gibi algılanma olur.

O yok say dediğim; şuan ki tıbbın sistemik ilaçla, kemoterapiyle yaptığı, her hücreye etki meselesi…

Belki sıfırlanması gerekeni eksiye çekiyor, yukarda olması gerekeni ise sıfırlıyor!

ººººº

Beyne yüklenen olumluluk, var olanla mücadelede kazanan taraf olur böylece olumsuzun yok oluşunu izleriz…

Unutup gidersin sanki hiç yaşanmamışçasına…

Biliriz ki gecenin en karanlığı sonrası güneşin doğduğunu…

Sabır ve egonun gör dediğini görmemekle/ güneşi yakalamanın zor olmadığını belki de bunu unutmamalı!

Olması gerekeni yapmadan, sabretmeden, tabiri caizse egomuza tükürmeden, karanlığı karanlık kılıp başka diyarlarda güneşi arıyoruz.

Oysa güneşi küstürüyoruz.

Karanlık sevici miyiz, mazoşist miyiz neyiz biz?

Yoksa sadist mi, bilemiyorum!

ººººº

Horatius mu bence haklı, [“Dertlerimizi avutan akıl ve hikmettir. O engin denizlerin ötesindeki yerler değil.” (s.59)] ancak farkına varamadan başka bir yol seçebiliriz ve bu yol aylak ruhun seçtiği yolda olabilir.

O zaman ruhun dizginlerinin tutulması gerekmez mi?

Montaigne, bu durumun gerekliliğini vurgular. Hatırlarsanız bir zamanlar dillerde pelesenk olan bir kavram vardı: detoks. Ruhu tazelemek/detoks’lamak. Bunun için farklı reçeteler denenirdi. Tabi türlü ücretlere! Sanırım bazen oyun kurmacısının çekim alanında kalıyoruz.

Buna istinaden bir video izlemiştim. Şöyle bir bilgi hatırlıyorum. Beynimizdeki bilgi saatte 268 mil kadar seyahat eder. Bu yüzden beynimizin her bir saniyede, bir hücresinin yok olmasını istemiyorsak, beynimizi doğru bir şekilde korumalıyız.

Peki, koruyamazsak ne olur? Ee o zaman ortalama hesap yapılırsa 85.000 beyin hücresini kaybedebiliriz.

Beynimizin odak noktası, ruhun etkileşimiyle harekete geçer. Yani ruhsal zekanın işlevi ne kadar doğru çalışırsa o kadar korunaklı. Bu durumda, onurlu bir ruha sahip olmayı istemeliyiz.

ººººº

Elbette bu ruha sahip olmak, hayatın keşmekeşinde belki kolay değil.

En basitinden, bir tartışma ortamında doğabileceklere karşı hazırlıklı olmalı. Oto kontrol-savunma erdemi-savunmanı kime yaptığın, sanırım bunlar önemli. Montaigne yememiş içmemiş bu konuda da yazmış. (imrenmemek elde değil:) Güzel bir analiz sunmuş.

Şöyle ki tartışmanın da bir adabı var ( gerçi bunu herkes söyler ama uygulamaz). Bireyin düşüncesine zıt bir kulvarda, kendini/düşüncesini savunması, karşı tarafı tanımakla -olması gerekene- yaklaşır. Sunuyu alamayanla, alabilecek olan arasındaki sınır iyi bilinmeli. “Onun için Platon, Devlet’inde akılca ve ruhça zayıf olanlara tartışmayı yasak etmiştir.” (s.174)

ººººº

Bir insanın, kendi yorumunu üstün tutan hali, filtre misali başka bir geçişe izin vermeyen bir doğurganlığa açıktır ki bu durum açık görüşlülüğe geçit vermeyen bir anlayış.

Daha genel olarak bakarsak;

Yeni bir düşünceye izin vermeyen yapı, insanı kendi doğasına mahkum ediyor. Bu mahkumiyet açık alanı sınırlayan ve görünmezin bilinçaltında yeşermesine sebebiyet veriyor. Kurtulamadığımız sınırların bizi koruyacağını düşünüp, istikrardan medet uman ancak hoşnut olmadığı bir düzeni devam ettirenle buluşuyor. Bu kez bu sınırları genişletecek unsurlara kapı aralanıyor. Bari bu olsun düşüncesiyle kötünün içinde iyiyi bulma çabası ya da iyiye yöneltici durumlara kapı aralanmak isteniyor. Ancak zaman kazanımların olmadığı sürece girince, yenileşmenin imkansızlığı/umutsuzluğu istenen profilin ortaya çıkmasını sağlıyor.

Maalesef düşünemez /pasifize edilmiş, paparazzilerle sanal takılanlara, sarsılmadan uyanamıyoruz.

ººººº

Tartışmanın adabı demiştik, buradan devam edersek;

Çoğu zaman tartışma programlarında iki kişinin, bazen sunucuyla beraber üç kişinin aynı anda konuştuğunu görüyoruz. Çoğu düşünceler basmakalıp bilgilerden oluşuyor. Sanırım orta yol’dan habersiz olmak ya da benim istediğim olsun/ben en doğruyu düşünürüm durumu mevzu bahis. Anlamak zor.

Tembelleşen bireyler olarak büyütülüp hayata endeksleniyoruz. Böylece tembellik alışkanlık haline dönüşüyor. Sanki oluşturulan düzen, bilinçli olarak bizleri tembelleştiriyor.

Oysa herhangi bir olay hakkında konuşulan yorumların tamamı( peki belli bir yüzdesi) o olay bağlamında hareketine devam eder yani bir bağlılık söz konusudur. Bu durumda her yorumun olabilme ihtimali hayatın paradoksunda mümkündür diyebiliriz.

Doğru/yanlış kavramları, yorum üzerine döşenirken belki de farkına varmadan bir tarafı seçmiş belki de taraf halimizle, beyne yüklenilmesi istenilen durumlara önayak oluruz (belki etken: öne çıkan/önemsenen yorumun güçlülüğü, olabilir). Ancak kişi değerlendirmesini eşit uzaklıkta sürdürdüğü sürece, olması gerekli çizelgede yerini alır.

Doğrusu Democritus’u anmamak olmaz: “Biz hiçbir şey bilemeyiz. Doğru ancak gerçeğin derinliğinde bulunabilir.”

ººººº

Dün-bugün ve gelecek, bize öğretilenlerin çevresinde yayılım gösteriyor. Çoğu zaman tabuları yıkmaya çalışıyoruz -yıkma bilincini inşa etmekte, işin zor tarafı. Oysa“kendimiz sandığımızdan çok daha zenginiz; ama bizi ordan buradan alarak, dilenerek yaşamaya alıştırmışlar: Kendimizden çok başkalarından yararlanmaya zorlamışlar bizi.” (s.184)

ººººº

Bir başka alışkanlık dürtüsü de “kendini acındırmak” Peki, bir insan neden kendini acındırır?

Telefon çalar, açarsın. İlk dinlediğin ses tonu ile konuşma ortasındaki ses tonu farklılaşır. Neden mi? Çünkü ahizenin diğer ucundaki kişi, hasta olduğunu söylemiştir sonrasında sohbet başkalaşır ses başkalaşır…Montaigne bu tarz durumları çocukça, yakışıksız bir duyu olarak görür ve genel bir bakışla güzel bir çıkarsama yapar: “ …insan sevincini büyülterek anlatmalı, üzüntülerini kısaltarak.”(s.182)

ººººº

Peki, sizin hayatınızda bu çıkarsamayı düşünselliğinde yaşatan birileri var mı?

Ya da size üç büyük insan sayın dersem kimleri söylersiniz?

Montaigne kendi kendine sormuş ve cevaplamış. Bildiği insanlar arasından seçme yapılması istenirse, 3 kişinin adını vereceğini belirtmiş ve bu kişileri, neden diğerlerinden üstün tuttuğunu detayıyla açıklamış. Bu üç isim: Homeros, İskender ve Epaminondas.

Montaigne, birçok denemesinde ve bu üç kişinin sevdiği yönlerini açıklarken, hep güzel olandan yana- evrenin neresinde olursak olalım, ahlak kavramının değişmeyen içselliği söz konusu; doğruluk, cömertlik, sevgi, vicdan, affetmek,… Montaigne’in güzele yakın olan hallerini sevmemek mümkün mü?

ººººº

Evrensel anlamda, doğru ve yanlış dahilindeki durumların prensibe dönüştüğü, birçok inançta vuku bulan ve kalıplaşmış ahlaki öğretileri üzerine hayatını inşa eden, öte yandan da gelişime açık öğretilerin her yerden (Çin ya da Cin fark etmez) alınması gerektiğini savunan bireylerin, çatısı altında büyümek belki geniş bir bakışa/görüşe hakim olmaya sebebiyet.

ººººº

Dilerseniz sözü Montaigne’e bırakalım ve alıntılarla devam edelim.

“Öfke ve kin doğruluğun sınırları dışındadır; bu tutkular yalnız işlerine akıllarıyla bağlanmayan insanların işine yarar.” (s.242)

“Kızdığımız zaman bağıran, konuşan biz değil, hırsımızdır.” (s.285)

“ Bizi düzeltmek isteyene kollarımızı açacak yerde, yumruklarımızı sıkıyoruz.” (s.305)

“Her onurlu insan, vicdanını yitirmektense, onurunu yitirmeyi yeğ görür.” (s.313)

“Savaşı, en azgın anında, kıran kırana, kan gövdeyi götürürken iyi duygularla dizginlemesini bilen kişi, savaşa komutanlık yapmasını gerçekten en iyi bilen kişidir.” (s.318)

“Bir eylemi yararlı olduğu için dürüst ve güzel saymak yanlıştır; herkesi o eyleme zorlamak, yararlı diye herkes için onurlu olacağı sonucuna varmak doğru değildir.”(s.321)

“Doğruluk temelli, süreklidir; insanın ondan göreceği karşılık değişmez. Yararlılık yiter, elden kaçar kolayca, anımsaması da ne uzun sürer, ne de hoş gelir insana.” (s.322)

“ Ruhların değeri yükseklere çıkmasında değil, düzenli olmasındadır.” (s.341)

“ Gideceği limanı bilmeyene hiçbir rüzgardan hayır gelmez.” (s.351)

“Her iyi cilalanmış deri pabuç değil, ama her iyi yapılmış pabuç içindeki ayağın biçimini belli eder.” (s.353)

“Fırtına ne kadar set olursa olsun, yiğit olan şaşmaz yolundan yordamından.”(s.360)

“Başka dertlerden kaçmaktır en çok bizi ölmeye iten; o kadar ki, ölümden kaçmak kimi zaman ölüme koşturur bizi.”(s.360)

“…kötü insan budala da olmayıp kötülüğünü edep altında saklamasını beceriyor.” (s.365)

“…biz düşüncenin doğruluğundan çok, örneklerin gösterişi peşindeyiz…” (s.366)

“Hiçbir şey kendiliğinden ne o kadar üzücüdür, ne de zor. Bizim gevşekliğimiz, güçsüzlüğümüzdür ona bu niteliği veren.” (s.368)

ººººº

Bu anlamlı alıntılardan sonra, çevremize baktığımızda birbirine benzemeyen ruhların, hayatı hangi gözle gördüklerini düşündüm.

Acaba hangi gözle?

Bir başkasının gözüyle mi, pembe bir gözlükle, yoksa üç boyutlu bir gözlükle mi?

İnsanların nasıl/nerede durduğunu gösteren göz- sadece kendi gözüyle açısını belirliyor. Herkes kendisiyle uyuşanı seçiyor. Mutlu, mutsuz, bilinçli, acayip,… v.b. kavramlar insanın gözüyle anlamlanıyor.

Bazen giyim stili bazen konuşması/yazması bazen nereli olduğu, bazen de endamı… İlk esnada kalıplarımızın seslenişi hakim… Türban, poşu, mini etek, piercing, dövme… ırkçı, yobaz,…

Tüm görsel+duyumsama- tik yakıştırmalar, bireyin kendi dünyasıyla ilintili bir yoruma gebe. Yaşanan kültür/gelenek/töre-yani ne yaşanıyorsa hep kendi-nin bilincini oluşturuyor. Montaigne, bu durumu düşünce ayrılıklarının nedeni olarak görür: “başka gözler… başka düşünceler” (s.129)

ººººº

Herkese göre farklılaşan kavramlar elbette Montaigne’e göre de kendi doğru bildikleriyle donatılı. Çünkü her birey, bildikleriyle sınırlı!

ººººº

Hayatımızın sayfalarına dönüp de baktığımızda, herkesin en az bir kez yaşadığı sıkıntılı duyulan haller, sıkıntı duyulabilecek olan herhangi bir konuya tanık olmak, bu konu hakkında düşünmek, konuşmak, yazmak… mümkün. Ve yine biliriz ki her hikâye birebir aynı olmadığı gibi, karakterlerdir hikâyeleri farklı kılan, elbet de istenilen karaktere sahip olma serbesiyetimiz vardır. Ancak, seçimimizin sonucuna katlanmak gene bizliktir. Öyleyse; seçilmesi gereken pozitife giden yol ne menem bir şeydir!

Düşünememe kamçısının, düşünen herkesin sadece (yüzdesini bilmediği) mutlak sıkıntılı karanlık mahallede, yanlış atına deh demesi, mahalle turunun yalnızca bir sokakla başlangıcıdır. Aydınlık istense dahi, sapılacak yol aynı mahallenin diğer sokağıdır sadece.

ººººº

Sıkıntılı olma hali mi… kim sıkıntı duymaz? Biliriz ancak tuvaletçi tuvaletin kokusunu duymaz, belki bir de · sineği. Karanlık mahkumluğu adaptasyondur. Aslında bu bizi serbest kılanın, istediğimiz serbesiyeti tepe tepe kullanışımıza OL! Demesidir.

ººººº

Sanırım herkesin, düşündüğünde bulduğu doğru olanı pratize etmek, sıkıntılı olaylara konu olmayı bırakın, sıkıntıyı konu etmeyi bile gereksiz kılar. Düşünmeyi, konuşmayı, yazmayı…

Bizlerin birçok sıkıntısı, belki de sıkıntılı olmamızdan kaynaklanır. Konu dâhili anlaşılırı; kadınlar+erkekler kendi hatalarının cezasını çekiyorlar. Kulaçlarımız, kendi hata havuzumuzda tekerrürle hoşluk kalorisini yakıyoruz.

Erkekler kötü değil, kadınlarda. Sakat olan düşünmezlik.

ººººº

Bizi diğer canlılardan ayrı kılan en önemli yetimiz aklımız değil mi? Düşünsenize diğer canlılar katkı, görev veya ne derseniz deyin pozitif hareketteler. Negatifin hareketi bile pozitifin getirisi.

Biz ise teolojinin, doğanın her şey sizler için dediği bizler ise; akıl edemediğimizde kavgalar, gürültüler, gereksizler v.s. ot kadar faydalı mıyız? Ot demem ota hakaret olur misaliyle; akıllı- içtenlikle değil! Akılsız duygusallıkla yaşam sürüyor. Aşk tanımını değiştiren de belki budur!

Belki de; tüm negatifliklerin, savaşların sebebi de bugün işlediğimiz konulardaki ciddiyetsiz yaşamdır. Ne dersiniz?

Çok uzattım. Emin olun Aşk-ı, mutluluğu ve ilişkinin en güzelini bulmak mümkün, düşünelim yeter!

ººººº

Paylaşımlarımız düşünsel ve önce düşünmede doğruyu bulma amaçlı ise; sonraki paylaşımlar inanıyorum ki hiçbir zaman sıkıntı doğurmuyor. Evet, paylaşımlar basit.

Oysa yok olacaklara anlam yüklüyoruz. Ten mi? Elbet de yok olacak olan!

Sevgidir sonsuz olan.

Ve sanıyorum biz düşünen canlılara da yakışan bu ve başlangıçta tabiri caizse raconu çiğnemediysek, basit olan paylaşımlarda layıkıyla emrimize amade değil mi?

Neyse, kalbimizi karartmayalım… ee duygusallık başa bela! Ancak artı eksiye kaynaklık yapıyorsa objektif sübjektivizm başka…

Tüm objektif sübjektifliğimle sevgiler… Dünyanın kimseye kalmayacağından ve sevginin sahibinden ötürü…

ººººº

Bu arada, geniş yelpazede hayatı gözlemleyen/düşünen ve dile getiriş yönteminin rahatlığıyla, okudukça “doğru” dediğimiz konulara yer veren ancak belki bütünleşemediğimiz noktaları da olan bilge Montaigne’e teşekkürler.

Yazdığım satırlar elbette Montaigne’i /Montaigne’in hayata bakışını anlamaya yeterli değil. Kitabı sanırım ağır ağır/ altını çizerek okumak gerek.

O zaman “kitaplar yakın arkadaşlarımdandır” diyenlerdenseniz, sanırım Montaigne’e (merhaba da geciktiysek/ özlediysek) koca bir merhaba zamanı…

ººººº

¹ Montaigne, M. 1999. Denemeler, Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu, Cem Yay., 375s.

² Montaigne özgeçmişi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Michel_de_Montaigne

http://en.wikipedia.org/wiki/Michel_de_Montaigne